ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : TASAVVUF / TASAVVUFA DÂİR
Okunma Sayısı: 8645
Yazar:
TASAVVUFU NASSLA TEMELLENDİRME MEVZUUNDA BİR TARTIŞMA-I

Tasavvufu, tasavvufî bilgiyi nassla (Kur'an ve Sünnetle) temellendirme mevzuunda cemaat.com'da Ahmed Hayya imzalı bir yazı yayınlandı. Ahmed Hayya, tasavvufun, nassla temellendirilmesinin zor olduğunu savunuyor. Sufilerin keşfî bilgiyi nassın üstünde gördüklerini, oysa bunun bir zann olduğunu, Allah hakkında zanna yer olmadığını söylüyor. Ve bu minval üzre başka şeyler... Ahmed Hayya'nın, tasavvufu -nasslara dayanmak bakımından- pek sağlam bulmadığı, kaygan bir zemini olduğuna inandığı anlaşılıyor. Onun bu hususta yalnız olmadığı ortadadır. (Tasavvufa inananların Ahmed Hayya gibilerin fikir ve sorularından haberdar olmaları ve ikna edici çalışmalar yapmaları gerekir.)

Bir yorumcu, Fatih M. Tiyanşan ise Ahmed Hayya'ya birçok hususta itiraz ediyor. Oldukça sağlam fikirler ileri sürüyor. Ahmed Hayya da Tiyanşan'ın itirazlarına cevap veriyor. Arada Şule Demirtaş, Rüştü Hacıoğlu gibi başka yorumcular da fikir serdediyor.

Kullandıkları dili pek tasvip etmesek de -çünkü İslâmî bir mesele Batıdan alınmış veya  hiçbir tarihi derinliği olmayan uydurma terimlerle tartışılıyor- tartışma bize oldukça ilginç ve öğretici geldi. Doğruluş okuyucularını da bu öğretici tartışmadan haberdar edelim dedik.

Doğruluş olarak Fatih M. Tiyanşan'nın fikirlerine daha yakın durduğumuzu belirtelim.

Buyurun:

Ahmed Hayya'nın yazısı:

Tasavvufta Temellendirme Sorunu

Bir öğreti olarak din, bireysel ve toplumsal yaşama dair normatif iki yaklaşım sunar. Bunlardan birisi ritüelleri içeren ameli kısımdır. İkincisi ise bu ameli kısmın üzerine bina olduğu epistemolojik temeldir. İslam açısından bakıldığında, dinsel pratik ve bilginin temeli, “nas” adı verilen ve inanan için epistemolojik doğruluk derecesi en üstte bulunan verilerdir. Yani inancın temeli bilgidir. Bilgi her ne kadar yoruma açık olsa da, bir inanç sistemi tutarlı olmalıdır ve bilgiye yönelik yorumların geçerliliği ancak bu tutarlılık bağlamında değerlendirilebilir.

Bilginin temellendirilmesi neden önemlidir? Çünkü tutarlı bir inanç sistemi, tutarlı bir bilgi sistemine dayanır. İnancın bütün unsurları, doğru bilgi ile tanımlanmadığı ve sınırlandırılmadığı sürece, inanç bir hezeyana, sanrıya, ve tutarsızlığa dönüşür. Bir bilgi temeli olarak Kur’an kendi doğruluğunu, ya da başkası tarafından değil de Allah tarafından indirilmiş oluşu gerçeğini, “tutarlı bir kitap olmasına” bağlar. Bilginin, özellikle de Allah hakkındaki bilginin, “zan” üzere olmasını eleştirir, inananından “yakîn” bilgisi ister.

Her ne kadar kökenlerine ilişkin tartışmalar sonuçlanmamış – hatta sonuçlanamayacak – olsa da, tasavvuf bir alt-disiplin olarak uygulamada İslami düşünce sisteminin bir parçası olagelmiştir. İslam’da tasavvufun ayrı bir sistem olarak ortaya çıkışını H II. ve III. yüzyıllara kadar götürebiliriz. Aslında Tedvin Dönemi olarak adlandırılan bu ayrışma dönemi, diğer İslam’i disiplinlerin ve mezheblerin de temayüz ettiği zamandır. Tasavvufun ilk tebarüzü bir züht hareketi olarak kendini göstermiş, bu eğilim daha sonra kendi bilgi sistemini geliştirerek – veya kadim bir gelenekten devşirerek - İslam’dan ayırmıştır.

Tasavvuf okumaları yapan bir göz, diğer İslami ilimlerden hiç birisinin kendisine Sünni İslam’da temel bulma konusunda tasavvuf kadar zorlanmadığını görecektir. Gerçi tasavvufun kendisini meşrulaştırma sürecinde öne çıkan Gazali gibilerini istisna tutarsak, bir mutasavvıfın, bir fıkıhçı veya kelamcı ile cedelleşmeye tenezzül etmeyecek kadar kendisini müstağni ve havas gördüğü bir vakıadır. Çünkü bir Sufinin, en sağlam akli ve nakli delillerde zedelenemeyecek bir “tasavvufi bilgi” kalesi vardır ve bu çoğu zaman doğrulanmaya muhtaç bile değildir. Dolayısıyla tasavvufi bilginin temellendirilmesi sorunu, tasavvufun içsel bir sorunu olmaktan çok, genel İslam çerçevesinde ele alınmalıdır.

Tasavvufi bilgi temelini, Allah’ın insanlarla, semavi dinlerin temelini teşkil eden “melek vasıtasıyla peygambere vahiy” iletişimine ek olarak iletişim kurduğu tezine dayandırır. Bu bir Sufi için inanılmaz geniş bir hareket ve düşünce sahası yaratmış, tasavvufun bir sistem olarak teşekkülüne zemin hazırlayacak her türlü fırsatı vermiştir. Keşfi bilgi adı verilen bu bilgi türü, Allah’ın vasıtasız olarak Sufinin kalbine ilham ve “ilka”da bulunmasıyla aktarılır. Bir Sufi, vecd halinde, ya da ansızın, günün beklenmedik bir vaktinde, veya uykusunda bu tür bir bilgi aktarımıyla karşılaşır. Her ne kadar Sufiler bu bilginin “Kuran ve Sünnete” göre ikinci planda, sadece kendileri için işaretler taşıyan istisnai durumlar olduğunu iddia etse de, önümüzde duran devasa tasavvuf külliyatı, bu keşif bilgisinin koskoca bir mistik düşünce sistemi oluşturacak kadar ciddiye alındığını ortaya koymaktadır.

Peki bu bilgi türü bu kadar masum ya da risksiz midir? Öyle ya, din sağlam bir bilgi temeline oturmalıysa, keşfi bilginin de kendisini İslam kıstaslarında mihenge vurması gerekmez mi? İnancın konusu, ciddiyetsizliğe müsamaha gösteremeyecek kadar katı değil midir? En azından Allah hakkında fikir yürütüyorsak bu böyledir, ve vahim olanı, tasavvufun temel konusu Allah olmakla birlikte, keşfi bilginin alanına da temelde Allah ile ilgili Sufi tezlerinin giriyor olmasıdır. Ne kadar çabalanırsa çabalansın, Kur’anın ayetlerinin geçerli Arapça grameri ve anlam bağlamında Sufi bilgiyi temellendirmede kullanılması zordur. Sufilerin zahiri dinsel öğretiyi, başta Kuran ve hadisleri, kendi görüşlerini doğrulamak için kurnazca ve çıkarcı bir şekilde eğip bükme niyetinde olacaklarını iddia etmeyeceğim. Bir Sufi her ne kadar zincirlerinden kopmuş gözükse de, içinde şeriata karşı üstesinden gelemediği bir boyun eğme isteği vardır. Kur’an’ın keşfi bilgiyi temellendirmek için kullanılması, Sufinin gerçekten Kuran’da bir zahir- batın anlam ayrımı olduğuna inanmasının bir sonucudur. Bunun tarihsel kökenlerine, Helenistik, Hermesçi veya İsmaili, Şii etkileri bu yazının kapsamını aşar. Dolayısıyla, İbn Arabi’nin kafirleri tarif eden bir ayeti, arifleri tarif edecek şekilde yorumlaması, ya da Hallac’ın İblis’in secde etmeyişinin peşinde aradığı ilahi aşk varsayımını birer art niyet olarak değil, Sufinin inanmak istediği şeye gerçekten kendini inandırması olarak bakmak daha insaflı bir tavır olur.

Tasavvufu bir kadim geleneğin İslam’daki uzantısı olarak kabul edersek, bir Sufi’nin keşfi aleminde temellendirmesinin ne kadar kolay olduğunu anlayabiliriz. Tevarüs edilen bir efsane, mit, eski mistiklere ait hikayeler, esriklik anında ağızdan çıkmış birkaç söz vs., tüm bunlar, hakikat bilgisi arayışı içinde bulunan bir insanı yönlendiren unsurlardır. Mistik olarak adlandırdığı bir halin etkisindeki kişi, bu haline ait bir isim, cevap veya çözüm bulmak için, daha önceden aynı veya benzer bir durumu yaşadığını iddia kişilerden referans arar. Bu tarihsel ve literatür temelli bir arama da olabilir. Aradığı sadece referans bazı kelimelerdir : “ruhun Tanrıya varması, kaynağına geri dönmesi, aklın devre dışı kalarak mistik zevkin yaşanması, tanrısal aşk, kutsal birleşme vs.” Bunlara herhangi bir şekilde tesadüf eden Sufi veya Sufi adayı, içinde bulunduğu hal ile referanslar arasında “ilişkilendirme” kurar. Bu tamamen zihinsel bir ilişkilendirmedir ve aynı hal yaşandıkça bu ilişki güçlenir ve kişinin “bilgi” sandığı şey haline dönüşür. Zaman içinde bu ilişkilendirme, yaşanan hal ile tevarüs edilen referans kaynak arasında kopmaz bir çağrışım zincirine dönüşür. Tecrübenin “tasavvufi sır” olarak nitelendirilmesi ve harici objektif bir eleştiriye tabi kılınmaktan vareste tutulması, Sufinin tecrübesinin yanlışlanamaz hale doğru evrilmesine yol açar. Aynı ilişkilendirmelerin başka ağızlar tarafından da ifadesi bu ilişkiyi kuvvetlendirir. Sonuçta aradaki ilişkilendirme ve çağrışım ortadan kalkarak, Sufi tecrübe bilgiye dönüşür: bu, Bayezid’in fıkıh ehlini alaycı bir şekilde eleştirirken kullandığı “sizler ilminiz ölülerden ölü bir şekilde alırsınız, bizler ise daimi hayat sahibi ve baki Allah’tan alırız” ifadelerinde kendine yer bulan en üst düzey ilim haline gelmiştir artık.

Tasavvufun kendini temellendirme sorunu tam da bu noktada başlar. Kur’anı en doğru bilgi kaynağı olarak kabul eden bir mümin için bilgi her zaman risk taşıyan bir unsurdur. Risk, bilginin az miktarda da olsa, “doğru” olması ve insanı “yakin”e yaklaştırması zorunluluğu ile ilgilidir. Dolayısıyla mümin, hesabını verebileceği bir bilgiyi içselleştirmelidir, çünkü insan imanından ve amelinden hesaba çekilecektir ve iman doğrudan bu bilgi ile ilgilidir. Eğer Sufi, kendisine ilka olunduğunu iddia ettiği bilgi için tutarlı bir temellendirme yapamıyorsa ve bu onun bilgi sandığı veri yükünü Kuranî eleştiriye açıkça maruz kalmış “zan” kapsamından kurtaramıyorsa, Allah hakkında “zan” üzere, yani “bilmeden” konuşmanın sorumluluğunu taşımak durumundadır. Bu, şatahat ve sarhoşluk halinin özrü kapsamına sokulması gereken basit bir fürüat değil, ubudiyet – rububiyet ilişkisinin kökenlerine taalluk eden bir epistemolojik tavırdır.

Peki bir Sufi bilgi elde etmede, veya Allah’ı bilmede hangi yetisini kullanmaktadır? Mutasavvıfların sürekli eleştirisine maruz kalan akıl, bilgi alma sürecinde gerçekten devre dışı mı kalmaktadır? Açıkçası, insaflı bir Sufi, bilgi edinme aracını tanımlamada aciz kaldığını itiraf etmelidir. Kur’ani terminoloji bağlamında incelendiğinde, bilgi edinme aracı olarak akıl ve kalp arasında ciddi bir ayrımın yapılmadığını ve kalbin doğruyu bulma, akletme aracı olan bir yeti olduğunu görürüz. Zaten etimolojik olarak bu iki kelime birbirinden ayırt edilemeyecek kadar iç içedir. Sufi’nin kalbe geldiğini iddia ettiği bilgi zihinsel çağrışımlar sonucu yaşadığı duygusal bir kıpırdanma ve Sufi’nin buna yüklediği anlamlar ise, bunun temelinde yine zihinsel faaliyetler yatmaktadır. Ancak bu faaliyetler, Sufi’ye en sağlam bilgi olan Kur’anın anlam örüntüsü bağlamında kabul edilemeyecek veriler sağlıyorsa, bunun “hakikati bulma ve kavramı” aracı olan “kalpten” çıktığı ne kadar iddia edilebilir?

Dolayısıyla sorun, zincirleme bir problemdir. Zamanın bir diliminde, bir mistik bir tez geliştirir. Bu vahdet-i vücud, hakikat-ı muhammediye, fena vs. gibi İslam’ın zahirinde ifadesini bulamayan bir kavram olabilir. Bu tez, bir sonraki mistik için a priori bir bilgi olarak sorgulanmadan kabul edilir. Bu, zincirleme olarak devam eder ve kümülatif, eklektik bir sistem gelişir. Örneğin vahdet-i vücut düşüncesinden koskoca bir “varlık hiyerarşisi”, “sudur felsefesi” ortaya çıktığında, kimse asırlar öncesine giderek bu “kabullenme”nin temelini sorgulamaz. Zaten içinde yaşadığı mistik zevk o yöndeki bütün teşvikleri baş aşağı etmiştir. Sufi halinden memnundur ve bunun bozulmasını istemez. Tarihteki veya sistemindeki “zirve” kişilerin aynı ifadeleri terennüm etmesi, onun için artık bir “urve-i vuska (!)” oluşturmuştur.

Bugün İslam dünyasında öze dönüş eğilimleri güç kazanmıştır. Kur’ana dönüş, her sahada kendini hissettirmektedir. Tasavvuf kendisini bundan azade görmemeli ve bilgi sistemine, bunu oluşturan tarihine eleştirel yaklaşmalı ve kendisiyle yüzleşmelidir. Kimse doğru ile yüzleşmekten sakınmamalıdır, çünkü öte dünyada mutlak bir yüzleşme ile zaten karşılaşacaktır, “bütün sırların ortaya serileceği gün” (Tarık, 9).

 

Fatih M. Tiyanşan'ın itirazı:

*Din bir öğreti değildir. Çünkü öğreti, bilimsel bir görüşü oluşturan ilkeler ve dogmalar bütünüdür. Bu anlamıyla din, bilimsel bir bakış açısıyla yorumlanamaz. Dogmalar bütünü olmaktan uzaktır. Dogma, “nass” ile kavramsal olarak aynı düzlemde değildir.

*Dine dair normatif bir yaklaşımdan da söz edilemez. Zîra bu pozitif bir bakış açısıdır. Ancak bir bilim dalına ait normlardan söz edilebilir. Din ise bir bilim dalı değildir.

*Dinin epistemelojik bir temel üzerine kurulu olması düşünülemez. Epistemeoloji bir bilim dalına ait bilgilerin geçerliliğini inceler. Dinin pozitif anlamda bir bilgi temeline dayandığını söylemek için yine bilimsel bir bakışla yorum yapmak gerekir ki, bu da yukarıda bahsettiğimiz sebeplerden ötürü doğru olamaz.

*Nass için kullanılan "veri" kelimesi uygun değildir. Bu tip yaklaşımlar dinî ıstılâha ait kavramların bazı bilimsel kavramlarla karşılanmaya çalışılması ama söz konusu kavramların bu karşılamada yetersiz olmasıyla ilişkili bir durumdur.

*Dini bilimsel bir çerçevede ele almak ve iman, amel gibi mevzuları mantıksal bir zemine oturtmaya çalışmak, pozitivist anlamda akılcılığı inanca “entegre” etmeye çalışmak demektir. Bu çabanın insanı götüreceği yer sahih bir bakıştan uzak olacaktır. Böylesi bir kavramlar kargaşası aklın ve kalbin de çıkmazlara sokulması anlamına gelir.

*Tutarlılık, tanımlanma, sınırlandırma gibi mantıksal ve matematiksel kavramlar inanca dair anlamlara karşılık gelemezler. Bu tür bir dil, dinî değerleri ifade etmede kısır kalır.

*İslam bir bilgi sistemi değildir. Tasavvuf da bir bilgi sistemi değildir. Sahih manada tasavvuf İslam’ın bâtınını ifade eder ve ondan ayrı değildir. Zaten ayrı olarak yorumlanması ve tarihi içerisinde bozulmalara uğraması da bu hatalı yorumlardan ileri gelmektedir. İslam’ın aslını bozma gayretleri tarihin her devrinde olmuştur ve olacaktır, ancak Kur’an-ı Kerim’in ve Sünnet-i Seniyye’nin temellerinden ayrılmayan sahih bir tasavvuf anlayışı İslam’a mugâyir değildir ve olmayacaktır.

*İmam-ı Gazâlî tasavvufu en iyi şekilde açıklayan alimlerden biridir. Zahiri ilimlerde ulaştığı dereceden sonra batını ilimlerde de kendisini göstermiş bir şahsiyet olarak İmam-ı Gazâlî, tasavvufun batıl bakışlardan uzak sahih bir ilim olduğunu bizatihi kendi hayatıyla ve görüşleriyle göstermiştir.

*Keşf bir bilgi türü değildir. İlhamdan bir cüzdür. Vahiy olması düşünülemez. Bir sufiye ait keşf sadece onu ilgilendiren bir mevzudur. Gerçekliği bir başkasını ilgilendirmez. Tasavvuf zaten bir ilm-i haldir. Yani hal ilmidir. Bir sufinin yaşadığı hal sadece ona aittir. O halin yansımalarından biri de keşftir. Kur’an ve Sünnet’in derecesinde olması mümkün değildir.

*Allah hakkında fikir yürütülemez. Zira Allah, insan düşüncesiyle kavranamaz. Tasavvufun da böyle bir amacı olamaz. Tasavvuf “marifetullah”ı esas alır. Bir sufinin dediği gibi; “O’nu aramakla bulamazsın, bulanlarsa ancak arayanlardır.” Burada mutlak anlamda bir bulmaktan söz edilemez.

*Allah hakkında zan üzre konuşmak bir sufiye yakışan bir davranış değildir. Hakiki sufiden böyle bir şey beklenmez.

*Aklın ve kalbin ayrı olarak yorumlanması, bu kavramların anlaşılması içindir. Birbirine zıt gibi görünen kavramların anlaşılması bu zıtlıktan doğduğu için, esasında bunların aynı şeyin değişik görünüşleri olduğu düşüncesini hatırdan çıkarmamak gerekir.

*Tasavvuf hakkında “bilimsel” veya “teknik” bir yazı yazmak onu doğru anlamak demek değildir. Aksine kullanılan kavramların yetersizliği ve karşılıksızlığı bir problem olarak karşımıza çıkar. Tasavvufu bir sorun olarak görmek yerine onu bir ilm-i hal olarak kabul edip, Kur’an ve Sünnet’in rehberliğinden şaşmadan Sırat-ı Müstakim üzre sahih bir hayat yaşamak her müslümanın şiarı olmalıdır.

Selametle…

... Mutluluk anlamaktır, anlam aktır...

 

Ahmed Hayya'nın itiraza cevabı:

Eleştiriler için teşekkürler. İtirazlara ilişkin cevapları aşağıda belirtiyorum.

İtiraz 1: “Din bir öğreti değildir. Çünkü öğreti, bilimsel bir görüşü oluşturan ilkeler ve dogmalar bütünüdür. Bu anlamıyla din, bilimsel bir bakış açısıyla yorumlanamaz. Dogmalar bütünü olmaktan uzaktır. Dogma, “nass” ile kavramsal olarak aynı düzlemde değildir.”

TDK’nın Türkçe sözlüğünde, alıntıladığınız birinci anlamın dışında, İngilizce’deki “doctrine” kelimesinin karşılığı olarak öğretiye “İnan veya inanca dayanan ilke ya da ilkeler dizisi” anlamı da verilmektedir. Yani öğreti salt bilimsel bir paradigmayı ifade etmekle kalmaz, aynı zamanda inanç ilkeleri için de kullanılan bir kelime. Ayrıca dogma kelimesi ile nas kelimesini kavramsal olarak ayırmaya çalışmanın bir anlamı yoktur, çünkü ikisinde de esas olan öğretinin “sorgulanamaz” oluşudur. TDK sözlüğü yine “nas” kelimesini dogmanın bir eşanlamlısı olarak vermiş, ama biz bu kadar ileri gitmesek de arada ayrılmaz bir anlam bütünlüğü olduğunu söylemeliyiz. Bizler nasları yorumlarız, ancak onların kökenini sorgulayamayız. Dinin elbette “dogma” kısmı vardır, “işittik ve itaat ettik” dediğimiz kısmı. Ancak bunun yanında bir de yorum kısmı vardır.

İtiraz 2: *Dine dair normatif bir yaklaşımdan da söz edilemez. Zîra bu pozitif bir bakış açısıdır. Ancak bir bilim dalına ait normlardan söz edilebilir. Din ise bir bilim dalı değildir.”

Bu kavrama takılmanıza anlam veremedim. Zira, normatif kelimesi “kurallarla ilgili olan, kural koyucu, belirlenmiş kalıplar içinde olan” anlamına geliyor ve hiçbir müslümanın İslam’ın kural koyucu niteliğine bir itirazı olacağını sanmıyorum. Kelimenin kökeni olan norm da en sade anlamıyla kural ve kurallar bütününü ifade ediyor. Kelimeler bilimsel kapsamdan bağımsız olarak kullanılmıştır. Din elbette bir bilim dalı değildir, ancak kurallar da sadece bilimde yoktur.

İtiraz 3: *Dinin epistemelojik bir temel üzerine kurulu olması düşünülemez. Epistemeoloji bir bilim dalına ait bilgilerin geçerliliğini inceler. Dinin pozitif anlamda bir bilgi temeline dayandığını söylemek için yine bilimsel bir bakışla yorum yapmak gerekir ki, bu da yukarıda bahsettiğimiz sebeplerden ötürü doğru olamaz.”

Burada epistemoloji bilim ile ilişkilendirilerek anlamı daraltılmaktadır. Halbuki epistemoloji bilginin doğası, kapsamı ve kaynağı ile ilgilenir. Zaten yazının içeriğinde bilime değil, “bilgi”ye yapılan vurgu bu ifadenin anlamını özellikle vurgulamaktadır. Burada sanırım felsefe ile bilim birbirine karıştırılıyor. Halbuki bugün bilimin geçerli bilgi olarak kabul etmediği çok kapsamlı felsefi epistemolojik konular, felsefenin kapsamındadır. Bu nedenle epistemoloji kesinlikle bir bilim dalına ait bilgilerle ilgili değildir. O, bilginin bilgisidir. Dinin üzerine kurulu olduğu epistemolojik temel, doğruluğuna inandığımız bilgilerdir. Değişik kavramlarla ifade edilebilmekle birlikte, buna “ilim” diyebilirsiniz. Kuran’da “bilmek”, hatta “akletmek, tefakkuh etmek, tedebbür etmek vs.” kökeninde kullanılan tüm ifadeler bu bilgi temelini vurgular. Yazıda dinin pozitif (pozitivist?) anlamda bir bilgi temeline dayandığı söylenmemekte, bilgiye dayandığı savunulmaktadır.

İtiraz 4: *Nass için kullanılan "veri" kelimesi uygun değildir. Bu tip yaklaşımlar dinî ıstılâha ait kavramların bazı bilimsel kavramlarla karşılanmaya çalışılması ama söz konusu kavramların bu karşılamada yetersiz olmasıyla ilişkili bir durumdur.”

Burada kullandığım “veri” ifadesi biraz daha bağlamsal anlaşılmalı: yani, tasavvufi tecrübeye ilişkin yapılacak değerlendirmede temel alınacak bilgi alanı. Burada bir araştırmanın sonucu elde edilen verilerden ziyade, elimizde, yapacağımız değerlendirmede temel alacağımız, yine, “dogmalar” ifade ediliyor. Yani burada bilimsel bir anlam değil, sadece bağlamsal bir kullanım söz konusu.

İtiraz 5: *Dini bilimsel bir çerçevede ele almak ve iman, amel gibi mevzuları mantıksal bir zemine oturtmaya çalışmak, pozitivist anlamda akılcılığı inanca “entegre” etmeye çalışmak demektir. Bu çabanın insanı götüreceği yer sahih bir bakıştan uzak olacaktır. Böylesi bir kavramlar kargaşası aklın ve kalbin de çıkmazlara sokulması anlamına gelir.”

Yazı en basit okumayla okunduğunda bile herhangi bir bilimsel çerçevenin söz konusu olmadığı anlaşılacaktır. Yazıda tasavvufi bilginin İslam bilgi sistemi içindeki yeri ele alınıyor – sadece özet niteliğinde olsa da. İslam bilgi sistemini bilimsel bir çerçevede ele almak mümkün değilken, tasavvuf için bu nasıl söz konusu olabilir ki? Mantıksal çerçeveye gelirse, dinin temel kaynağı Kuranı okuyan bir kişi, Allah’ın dini bilimsel değil ancak, mantıksal bir çerçevede insanlara sunduğunu ve dini kabul etmenin salim aklın ve kalbin en doğru çıkarsaması olacağını, “rüşd” yolunun tam bir tutarlılığa sahip olduğunu, bunun aksinin de “zulüm”, yani insanın kendisini hakikat karşısında yanlış konumlandırması anlamına geldiğini görecektir. Yani Kuran sürekli olarak insanın fıtratının bu tutarlılığa uygun olduğunu vurgular, aksine her davranışı da “akılsızlık” olarak niteler. Bu bilimsel çerçeve değil ama mantıksal bir çerçevedir ve kesinlikle akılcılıkla ilgisi yoktur. “İçinde şüphe olmadığı” vurgusu ile başlayan bir kitap, nasıl akılcı ve eleştirel bir anlamda ele alınabilir ki? Sanırım burada eleştirmenin kendisi “akılcılık” ile “aklını kullanma” arasında bir kavram kargaşası yaşıyor. İslam dini akılcı değildir, ancak pratik akla dayanır. Bu çok uzun bir konu, belki de başka bir yazının konusu.

İtiraz 6: “*Tutarlılık, tanımlanma, sınırlandırma gibi mantıksal ve matematiksel kavramlar inanca dair anlamlara karşılık gelemezler. Bu tür bir dil, dinî değerleri ifade etmede kısır kalır.”

Neden bazı kavramlardan, ya da bazı hakikatlerin bazı Türkçe ifadelerle ele alınmasından korkuluyor? Kuran’ın dili neden “saf Arapça” olduğu gerekçesiyle bedevilerin gayet somut dünyasında şekillenmiş kelimelere hasrediliyor? Tutarlılık kelimesini oldukça basit anlamıyla kullanıyorum. Allah der ki, bu Kuran Allah indinden gelmemiş olsaydı, onun içinde fazlaca “ihtilaf” olurdu. Yani Kuran Allah indinden geldiği için kendi içinde tutarlıdır, bir kısmı diğerine muhalefet etmez. İnsanın dini bilgi sistemi de böyle olmalıdır. Bir insan için tutarlılık, inancı ile amelinin tutarlı olmasıdır en basit anlamıyla. Örnekleri çoğaltabilirsiniz. Tanımlama ve sınırlandırma ifadeleri de oldukça basit anlamlarda kullanıldı, matematiksel bir anlamda değil. Kuran kitabında bize şirki, zulmü, imanı tanımlamıyor mu? Ya da “Allah’ın hudutlarını” tayin ederek sınırlandırma yapmıyor mu?

İtiraz 7 *İslam bir bilgi sistemi değildir. Tasavvuf da bir bilgi sistemi değildir. Sahih manada tasavvuf İslam’ın bâtınını ifade eder ve ondan ayrı değildir. Zaten ayrı olarak yorumlanması ve tarihi içerisinde bozulmalara uğraması da bu hatalı yorumlardan ileri gelmektedir. İslam’ın aslını bozma gayretleri tarihin her devrinde olmuştur ve olacaktır, ancak Kur’an-ı Kerim’in ve Sünnet-i Seniyye’nin temellerinden ayrılmayan sahih bir tasavvuf anlayışı İslam’a mugâyir değildir ve olmayacaktır.”

Yazıda İslam’ın bir bilgi sistemi olduğu iddia edilmiyor. Ancak İslam’ın bir bilgi sistemi vardır. Örneğin Allah şirk koşanları “şirk koştukları şey hakkında bilgileri olmadığı” şeklinde eleştirir. Yani sistemleri bozuktur. Tasavvuf da aynı şekilde bir bilgi sistemi içerir, ancak “bilgiyi” tanımlaması farklıdır. “Tasavvufun İslam’ın batınını” ifade ettiği tezi açıkçası çok iddialıdır ve İslam kelimesinin ifade ettiği şumüllü anlama gölge düşürür gibi gözükmektedir. Tasavvuf erbabı böyle bir ayrıma gitse de, temel “veri” kaynaklarında buna temel bulmak zordur. İslam’da bu tür bir ayırıma hangi otorite izin vermektedir? İslam’ın “zahir” olduğu iddia edilen kısmını “batın” kısmından ayırmada kullanılacak kriterleri kim koymaktadır? Tasavvufun bu “batınlık” iddiasının, Şia ve özellikle İsmaililerin, Batınilerin etkisi ile sünni İslam’da kendisine yer bulduğuna ilişkin ciddi araştırmalar bulunmaktadır, bu uzun konuyu oraya havale ediyorum. Bahsettiğiniz “İslam’ın aslını bozma gayretleri” korkarım kendisine tasavvuf tarafında oldukça sağlam yardımcılar bulmuştur. Zaten mücadele etmeye çalıştığımız ve “temellendirme” sorunu ile gündeme getirdiğimiz konu da budur.

İtiraz 8: *İmam-ı Gazâlî tasavvufu en iyi şekilde açıklayan alimlerden biridir. Zahiri ilimlerde ulaştığı dereceden sonra batını ilimlerde de kendisini göstermiş bir şahsiyet olarak İmam-ı Gazâlî, tasavvufun batıl bakışlardan uzak sahih bir ilim olduğunu bizatihi kendi hayatıyla ve görüşleriyle göstermiştir.”

Gazali’nin tasavvufu en iyi şekilde açıklaması tezi de oldukça iddialıdır. Gerçi kendisi - yazıda da esas vurguladığım nokta da budur – tasavvufu Sünni İslam zemininde meşrulaştırma adına bir devrim yapmıştır, ancak söz konusu olan “tasavvufu açıklamak” ise, Gazali’nin tasavvuf yaptığı çoğunlukla kendinden öncekileri toplama ve derlemedir. Mesela bir İbn Arabi bu konuda çok daha öne çıkan bir figürdür. Onun yaptığı gerçek anlamda bir “açıklamadır”. Zahiri – Batıni ilim ayrımı konusuna girmeyeceğim.

İtiraz 9 : *Keşf bir bilgi türü değildir. İlhamdan bir cüzdür. Vahiy olması düşünülemez. Bir sufiye ait keşf sadece onu ilgilendiren bir mevzudur. Gerçekliği bir başkasını ilgilendirmez. Tasavvuf zaten bir ilm-i haldir. Yani hal ilmidir. Bir sufinin yaşadığı hal sadece ona aittir. O halin yansımalarından biri de keşftir. Kur’an ve Sünnet’in derecesinde olması mümkün değildir."

Tasavvufi ıstılahta keşif bir bilgi türü değil, bilgi aracıdır, bir açılmadır. Yine ıstilahi kullanımıyla ilhamın konusu da ilimdir. Yani insan keşif tecrübesinde ilhamla ledünni bilgi alır. Sorun tasavvuf erbabının vahiy ile ilham arasında hiyerarşik bir ayırım yapması değil, ilham ile alınan bilgilerin “gerçekliği” ve “bağlayıcılığı” konusunda son derece kendilerinden emin konuşmalarıdır. Yani örneğin Hakim Tırmizi “Hatem-i Evliya” konusunda veya İbn Arabi Vücud Mertebeleri konusunda konuşurken, hiç de sadece kendilerini ilgilendiren ve bağlayıcı olmayan bir tavır içinde kalmamaktadır. Hatta İbn Arabi, keşif bilgisi ile elde ettiği bilgilerin, “şekilci alimlerin” alsa elde edemeyeceği hakikatler olduğunu söyleyerek, bu ilmin eleştiriye açık olmayacak kadar doğrudan “Allah’tan alınma” olduğunda ısrar eder. Fıkıhçılar ve tasavvufçular arasındaki kavganın temeli de bu bilginin genel geçerlilik iddiasını dayatılması değil midir? Tasavvuf erbabı, hadis tetkiklerine itibar etmeyerek, “keşif sonucu aldığı veya teyit ettiği” bir hadisin en sahih hadisten daha sahih olduğunu söylerken acaba iddia ettiğiniz gibi masum kalabilmekte midir? Ya da Abdurrezak Kaşani’nin Kuran’ın Batıni tefsiri olarak yazdığı kitabı okuduğunuzda, keşfi o derecede görmediklerine inanmak gelecek mi içinizden?

İtiraz 10 *Allah hakkında zan üzre konuşmak bir sufiye yakışan bir davranış değildir. Hakiki sufiden böyle bir şey beklenmez."

Hiçbir Sufi Allah hakkında zan yürütüyorum demiyor. Zaten temel sorunumuz, Allah’a ilişkin tavırlarımızda zan üzere mi olduğumuz, yoksa onun bize sağlam bilgi olarak verdiklerine mi dayandığımız ile ilgilidir. Yazıda belirttiğim şu: eğer tasavvuf kendisini sağlam bir şekilde temellendiremezse veya temellendirememişse, bir Sufi ne kadar bu konuda “hâşâ” derse desin, Allah hakkında söylediği her söz , “marifet” olarak bildiğini iddia ettiği tanıma, zanna dayalı olacaktır. Yani Sufi akli çıkarımlarla bir Allah tasavvuru elde etmekle suçlanmamaktadır; o, ledünni ilim olarak aldığı ilimlerin, Allah’ın “yakin” ilmi kategorisine dahil edilememesi durumunda ciddi bir “zan” riski ile karşı karşıyadır. Yapılan uyarı buna yönelik.

İtiraz 11 *Tasavvuf hakkında “bilimsel” veya “teknik” bir yazı yazmak onu doğru anlamak demek değildir. Aksine kullanılan kavramların yetersizliği ve karşılıksızlığı bir problem olarak karşımıza çıkar. Tasavvufu bir sorun olarak görmek yerine onu bir ilm-i hal olarak kabul edip, Kur’an ve Sünnet’in rehberliğinden şaşmadan Sırat-ı Müstakim üzre sahih bir hayat yaşamak her müslümanın şiarı olmalıdır."

Tasavvuf konusunda en kolay başvurulan çıkış noktası “kavramların yetersizliği”dir. Ancak bizim sorgulamaya çalıştığımız, gerçekten de imanın, insanın bu hayattaki en önemli konusunun, bu kadar elde tutulmaz, tarif edilemez, zevk temelli, ifadeden yoksun, anlaşılmazlıkla süslü gizemli bir çerçevenin içine dahil edilip edilemeyeceğidir. Bu kesinlikle bilimsel veya teknik bir yaklaşım değil, İslam’ın kendi bünyesinde, kendi araçları ve sistemi kullanılarak yapılan ve yapılması gereken bir eleştiridir. Allah bizden bu kadar kaygan ve muğlak bir inanç ve ilim sistemi mi talep etmektedir? Tasavvufun “havas” olarak tabir ettiği kesimi gerçekten de biz “avam”ın kaçırdığı noktayı mı yakalamıştır? Bu soruların cevabını aramak için bence temellendirme şarttır. Eğer İslam tarihinde tasavvufa yönelik ciddi itirazlar olmuşsa – ki olmuştur – kimse tasavvufun bir sorun olarak görülmemesi gerektiğini öne süremez. Eğer konu gerçekten hakikat ise, altın ile bakır birbirinden ayrılmalıdır.

Selametle…

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

 

NOT: Fatih M. Tiyanşan'ın, Ahmed Hayya'nın cevabına cevabını okumak için TASAVVUFU NASSLA TEMELLENDİRME MEVZUUNDA BİR TARTIŞMA-II yazısını tıklayınız.

 

 

Yazar:
15-09-10
E mail: cemaat.com
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
TASAVVUFU NASSLA TEMELLENDİRME MEVZUUNDA BİR TARTIŞMA-I
Online Kişi: 31
Bu Gün: 111 || Bu Ay: 7.465 || Toplam Ziyaretçi: 2.217.946 || Toplam Tıklanma: 52.142.436