ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : / PORTRELER
Okunma Sayısı: 3503
Yazar: Dr. Süleyman Eryiğit
AKA AKA YATAĞINI BULAN IRMAK: CEMİL MERİÇ

KITALARI İPEK BİR KUMAŞ GİBİ KESİP BİÇERDİK

Cemil Meriç’i melez ve çoğul bir kimlik olarak tanımlamak kadar Cemil Meriç’e hakaret olabilecek bir tanım yapılamaz. Çünkü Cemil Meriç kendisini böyle tanımlamıyor ki! Eğer bizler dışarıdan Cemil Meriç’i illa bir tanım cümlesiyle ifade etmek zorunda isek, bu, olsa olsa; “huzursuz bir ruh; yorulmak bilmeyen bir arayış ve tecessüs” olabilirdi. Nitekim hayat ve düşünce macerasına baktığımızda bunun ipuçlarını çok açık olarak görebiliriz: Rahmetli, günlüğüne 16.7.1955 günü; “ Bütün kainatı ve kainattan daha büyük bir yaratıcıyı sevmek, hem de ruhun ölmezliğine inanarak. Yani ebediyet ölçüsünde bir sevgi. Dinsizlerin ölümü, insanı tahammül edilemez bir yalnızlığa sürüklemekten başka ne işe yarar?.. Ey müminler, saadetinizi gölgeleyen tek ıstırap, inanmayanlara karşı duyulan merhamet olmalıdır.” derken, on yıl sonra, 7.2.1963 tarihli güncesinde ise insanı sadece salgılarının tutsağı sefil bir mahluk derekesine indirir ve şöyle der: “Uzviyi ulvileştirmek bakırdan altın imal etmek gibi hayal. Hayatımıza salgı bezlerimiz hükmediyor. Şuurun karanlık bölgelerinden yükselen çığlıkları susturamıyoruz. Çığlık homurtu oluyor nihayet. Homurtu uğultuya inkılab ediyor. Saint Augustin kendini kırkından sonra Tanrıya vakfedebildi. Muhammed Haticetülkübra ile geçirdiği yılların acısını Ayşe’nin kollarında çıkardı… belki insanlar uzviyetin çığlıklarını dualaştırabilirler.” Bu iki ifade de Cemil Meriç’e aittir ve aralarında sekiz yıl vardır.

Cemil Meriç tarihe ve tarihimizi yapan ecdada da önceleri böyle bakar. Bir bakarsınız Osmanlı’yı gökleri çıkartır, bir bakarsınız yerin dibine sokar. Örneğin Jurnal’de şöyle der 27.2.1963’de; “Eslaf taze suya tasavvuf çorbasıyla beslenmiş asırlarca. Tatsız tuzsuz, iliksiz ve usaresiz bir tasavvuf. Çile yaşandığı zaman nağmeleşir, nurlaşır. Tefekkürün kabuğunu kıramamış bir türlü. Hindistan cevizine benzeyen o acayip nesneye korku ile, itimatsızlıkla bakmış. Kolaya vermiş kendini. Mücahitlerin kanı Al-İ Osman ülkesine bir altın ırmağı gibi akarken, atlas örtülü şiltelerde alev tenli cariyelerle binbir gece masalı yaşayan bendegan-ı saltanatın, hayat muammalarını çözmeye harcayacak vakti mi vardı? Onlar bütün gordiyonları kılıçla kesmeye alışmışlardı. Kılıç ve satır. Hayat çok defa kılıçla başlayan, satırla biten rengarenk bir rüyaydı. Apayrı bir dünya idi Osmanoğullarının ülkesi. Nal sesleri, tekbir sadaları, tekbire benzeyen nal sesleri.. sonra kan kokusu ile, güneşin sert şarabı ile azgınlaşan iştihalar. Farabi’yi kim okuyacak? İbn-i Sina’yla kim uğuraşacaktı? Avrupa kılıcından kelle damlayan akıncılara kırk haramilerin mağarası gibi görünüyordu(Jurnal-1, 125-126).

Bu sert ifadelerden en büyük payı tasavvuf almaktadır. Çünkü Üstad, Osmanlı’nın tasavvuf anlayışının, ecdadın zihni temellerini oluşturduğunu düşünmekte, dolayısıyla ecdada kızarken öfkesini tasavvufa yöneltmektedir. Bu öfke, kaleminin ucundan şöyle yansır: “Osmanlı edebiyatında metafizik ürperti yok. Bizde derviş, Tanrıyla vuslat halinde yaşadığı için, suretler âleminden tecerrüt etmiş bir gönül adamı değil, aksiyondan kaçan bir meczup, bir hasta, bir yarı deli, yani sapıktır. Fuzuli’nin tasavvufu bende daima tercüme intibaı yaratır. Tasavvuf kim, istiğrak kim, Osmanlı kim?...İslamiyet huzuru çok ucuza satmış. Yollar o kadar belli ki düşünmeye lüzum yok. Şarap içmeyecek, domuz yemeyecek, zina yapmayacaksın, beş vakit namaz vs. Sonra periler, gulamlar, huriler… Tasavvufun itibara mazhar olmaması da bundan. Yunus Emre’de bile hep: Şol cennetin ırmakları!”(Jurnal-1, s.163-164).

Rahmetli bu yıllarda bir oryantalist gibi Batı ve Batı kültürünün limanlarından yola çıkarak Hind’i keşfetmeye başlamıştır. Rahmetli için ışık doğudan gelmektedir ancak doğu Hint’tir. Yine Üstad’a göre “insanlığın irfan ve idrakine istikamet veren iki yaratıcı millet: Hint ve Yunan’dır(Jurnal-1, 148). Buna karşılık Üstada göre “Tarihin bütün kördüğümlerini kılıcıyla çözen ve kaderin karanlıklarını kılıcının pırıltısı ile aydınlatan Osmanoğulları tefekkürde monogamdılar, Kuranla Hadis yetiyordu onlara...”(Jurnal-1, 148).

1970’lere gelinceye kadar Rahmetli bu gelgitler içerisinde kalem oynatır. Kalemi ve kelimeyi adeta bir kılıç gibi kullanır. Ancak kalem ve kelimeleri, herkesi ve her şeyi yaralar. Belirli bir hedefi de yoktur aslında. Huzur arayan bir ruhun ve devamlı uyanık haldeki bir şuurun hakikat arayışlarıdır yazdıkları, feryatları.

Üstad hiç Marksist de olmamıştır. Bunu kendi ifadesinden teyit edebiliriz: “Yirmi dört yıl önce mahkemede Marksist olduğumu haykırdım. Bu ümitsizlikten doğan bir isyandı. Bir nevi meydan okuyuş. O yalnızlık içinde bir şey olmak ihtiyacı…”(Jurnal-1,77)

“Marksistim dediği zaman tek işçinin elini sıkmış değildi, sadece namuslu olmak, korktuğu için sustu dedirtmemek istiyordu… Marksizm, silinmemek, ezilmemek için sarıldığı bir daldı belki. Belki de inanıyordu Marksizme. Nasıl inanabilirdi? Onun için ezilen insanlar, kurtarılması gereken insanlar vardı, ama kim olduklarını bile bilmiyordu onların… Marksizm bir tecessüstü onda…”(Jurnal-1, 77-78-79).

Rahmetli 1970’li yıllara ulaştığında tamamen değişecektir. Dolayısıyla Cemil Meriç için, en son ve kendini sabitleyerek durduğu fikri durak neresi diye sorulacak olunursa, doğru tespit için Rahmetlinin 1970’den sonraki eserlerine bakmak gerekecektir. Çünkü bu yıllardan itibaren Rahmet-i Rahman’a kavuştuğu ana kadar artık bir çizgi değişikliği, istikamet farkı söz konusu değildir. Kitap olarak neşrettiği Bu Ülke, Umrandan Uygarlığa, Mağaradakiler, Kırk Ambar, Bir Facianın Hikâyesi ve Kültürden İrfana, vs. bu tespitimizin doğruluğunu gösterir.

Bu aralar bazı dergilerde makaleler de yazar. Mesela 1980 yılında bir makalesinde şunları söyler: “Hümanizm insan haysiyetine saygı, insana tabiat içinde istisnai bir değer vermekse, İslamiyet tek gerçek hümanizmdir. "Humanités" edeb, efendilik, nefse hakimiyet, mukaddese saygı ise İslamiyet ve bilhassa tasavvuf, "humanités" nin ta kendisi. İnsan yalnız İslamiyet’te eşref-i mahlukattır. Bir yanıyla balçık, bir yanıyla tanrı. Feyzi Hindi'nin meşhur beyiti ile çerçevelediği muhteşem varlık:

Haki, eğer bezulmeti hesdi mukayyedi, / Arşı, eğer benur-i ilahi münevveri.”(Hisar Dergisi, Ocak 1980).

Bu tablo içerisinde, rahmetli Cemil Meriç’in durduğu yeri ve dünya görüşünü ortaya koymak istediğimizde bana göre, aşağıdaki seçmeler en isabetli ipuçlarını verecektir. Dolayısıyla, aşağıdaki yazılarından ortaya çıkacak olan Cemil Meriç dışında bir başka Cemil Meriç’in olduğunu iddia etmek Rahmetliye yapılacak en ağır haksızlık olacaktır.

SEN BİR AZ-GELİŞMİŞSİN

Kıt’aları ipek bir kumaş gibi keser biçerdik. Kelleler damlardı kılıcımızdan. Bir biz vardık cihanda, bir de küffar...

Zafer sabahlarını kovalayan bozgun akşamları. İhtiyar dev, mazideki ihtişamından utanır oldu. Sonra utanç, unutkanlığa bıraktı yerini, "Ben Avrupalıyım" demeğe başladı, "Asya bir cüzzamlılar diyarıdır."

Avrupalı dostları, acıyarak baktılar ihtiyara, ve kulağına: "Hayır delikanlı", diye fısıldadılar, "sen bir az–gelişmişsin."

Ve Hıristiyan Batı’nın göğsümüze iliştirdiği bu idam yaftasını, bir "nişân-i zîşân"  (Şanlı işaret)  gibi gururla benimsedi aydınlarımız.  (Bu Ülke)

ASALETİNİ KAYBEDEN İRFAN

İrfanı hisarla kuşatmış Doğu, mâbede bezirgân sokmamış. Yıllarca davar gütmüş, odun taşımış çömez... Meşaleyi çetin imtihanlardan sonra tutuşturmuşlar eline. "Emanetleri ehline tevdi ediniz." demiş din.

Mürit: ceset. Can: mürşidin nefesi. Hint'te hocaların soyadı taşınırmış. Karabetlerin en mukaddesi, şakirtle üstad arasındaki bağ.

Asırlar geçti, birer birer söndü meşaleler. İrfan asâletini kaybetti. Hafızaya çakıl taşı gibi saplanan bilgi kırıntılarına yeni bir ad bulduk: kültür. Genç kuşaklar, Batı’nın bit pazarlarından ithal edilmiş bu hazır elbiselere küçümseyerek bakıyor. Hoca öğretmen oldu, talebe öğrenci. öğretmen ne demek? Ne soğuk, ne haysiyetsiz, ne çirkin kelime. Hoca öğretmez, yetiştirir, aydınlatır, yaratır. öğrenci ne demek? Talebe isteyendir; isteyen, arayan, susayan. (Bu Ülke)

DİVAN EDEBİYATINDA ROMAN

Divan Edebiyatı’nda roman yok. Niçin olsun?
Batı’nın ilk romanlarından biri "Topal şeytan". Kahraman, evlerin damını açar, bizi yatak odalarına sokar. Roman başlangıcından itibaren bir ifşâdır. Osmanlı’nın ne yaraları vardır, ne yaralarını teşhir etmek hastalığı. Hikâyeleri ya bir cengâveri ebedîleştirir, ya "hisse alınacak bir kıssa”dır.

Roman’ın burjuvaziyle doğduğunu söylerler. Burjuvazi Avrupa’nın imtiyazı, daha doğrusu yüz karası. Bir kelimeyle roman, başka bir dünyanın, başka bir ruh ikliminin, başka bir toplumun eseri. Daha zavallı bir dünya, daha dişi bir manevi iklim, daha geveze bir toplum.

Başka bir tabirle, bu edebi nevi bir buhranın, bir uyuşmazlığın, reelle ideal arasındaki bir nispetsizliğin çocuğu. İçtimâî bir sıhhatsizlik, hiç değilse bir tedirginlik alâmeti. Sınıf kavgalarıyla sahneye çıkışı bundan. İnanan bir toplumda, pürüzleri yok etmiş bir toplumda, hayalî çözüm yolları aramaya ihtiyaç duymayan bir toplumda romanın ne işi var?

Osmanlı, Osmanlı kaldıkça Batı romanı’nı anlayamazdı. Önce uzun bir temessül, daha doğrusu tesemmüm merhalesinden geçecek, iktisadi ve içtimai müesseseleriyle değişecekti.

Medeniyet can çekişiyor. Gök bomboş, hayat abes; roman bu kalpsiz dünyanın insanını bütünüyle sahneye koymak iddiasında. Bütünü, yani çarpık insiyakları, hayvanca iştihaları, çılgın arzuları veya arzusuzlukları ile. Aşk da -Tanrı gibi- öldüğüne göre, cinsiyet tek değer. Bezirgan hayasızlığın üstüne bir sal attı: cinsi bunalım. Sade, kütüphanelerin şeref misafiri, sadizm abesin ikiz kardeşi. (Bu Ülke)

Ayrıca Rahmetli’nin, Müslüman Doğu ile Hristiyan Batı arasında var olan kadim farkı ortaya koyan şu müthiş tespitlerine ne demeli?

“Bütün Kur'an'ları yaksak, bütün camileri yıksak, Avrupalının gözünde Osmanlıyız; Osmanlı, yani, İslâm. Karanlık, tehlikeli, düşman bir yığın! (Umrandan Uygarlığa)

“Zavallı Türk aydını... Batılı dostları alınmasınlar diye hazinelerini gizlemeye çalışır. Sonra unutur hazineleri olduğunu. Düşmanın putlarını takdis eder, hayranlıklarını benimser. Dev papağanlaşır.” (Umrandan Uygarlığa)

Hal böyleyken tamamen konjonktüre uygun bir Cemil Meriç profili ortaya koymak için Rahmetlinin “melez ve çoğul bir kimliğe sahip olduğunu” istihraç etmek, Üstada hakaret olmuştur.

Rahmetli Cemil Meriç kültürümüzün ve irfanımızın sesiydi ve… biz ve öteki gerçekliğinden mülhem orak; bizdendi.

Yazar: Dr. Süleyman Eryiğit
13-10-10
E mail: shtunay@gmail.com
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
AKA AKA YATAĞINI BULAN IRMAK: CEMİL MERİÇ
Online Kişi: 12
Bu Gün: 16 || Bu Ay: 2.209 || Toplam Ziyaretçi: 2.230.246 || Toplam Tıklanma: 52.254.780