ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : / ÎMAN VE İSLÂM
Okunma Sayısı: 3486
Yazar: Dr. Ebubekir Sifil
MEALLERLE YENİ BİR DİN TASAVVURU İNŞA ETME (Mustafa İslamoğlu'nun Mealini tenkid) 3

Burada gördüğümüz "gerekçe"yi İslamoğlu nun "Yahudileşme temayülü" olarak ifade ettiği durumun şümulüne sokabilir miyiz? Kararı siz verin:

A. Burada bir Kur an ayeti, Tevrat esas alınarak, hatta Tevrat ın kendisi değil, kimi "yorumları" esas alınarak yorumlanıyor; üstelik bu, Kur an ın izin verdiği/mümkün kıldığı bir zemin üzerinden değil, tamamen "bahr" ve "yemm" kelimelerine bir kısım Tevrat yorumcularından bulunan karşılık temel alınarak yapılıyor.

B.
Söz konusu yorumları "kesinliği ispatlanmış veriler" olarak görebilir
miyiz?
Konu üzerindeki tartışmaların sonuçlandırılamamış olması bu
soruya olumlu cevap verilmesini imkânsızlaştırıyor. (Aradan geçen
binlerce yıllık zaman, bu tartışmaların sonuçlandırılmasının önündeki
en büyük engeldir.) Yem Suf (Yam Suph) ifadesinin ne anlattığının kesin
biçimde tesbit edilememesi bu problemin merkezini oluşturuyor. Bu
ifadenin "Kızıl Denizi" mi (Red Sea), yoksa herhangi bir "saz denizi"ni
mi (Sea of reeds) anlattığı, yahut bunların hiç biri olmayıp, sadece
bir bölge adı mı olduğu hala tartışılmaktadır. Hatta tartışılan sadece
bu da değil. Yem Suf un yeri üzerinde de sonuç alınması mümkün
görünmeyen spekülasyonlar bulunduğunu biliyoruz.

Bu ayeti Tevrat yorumlarını esas alarak anlamlandırmak zorundaysak işin
içinden çıkmamız mümkün değil.
Zira o yorumlar içinde
İsrailoğulları nın Hz. Musa (a.s) liderliğindeki göçte izlediği
güzergâhının Akdeniz kıyısı olduğunu söyleyenlerden, denizin geçildiği
yerin bugünkü Akabe Körfezi olduğunu söyleyenlere kadar birbiriyle
uzlaştırılması mümkün olmayan bir yığın yorum ve tahmin var. [17]

Burada gözden kaçan daha önemli bir husus var: İslamoğlu nun da parantez içi
ifadelerle kabul ettiği gibi, İsrailoğulları nın Hz. Musa (a.s)
önderliğinde Mısır dan ayrıldıktan sonra Filistin toprağına gitmek
üzere izledikleri rota üzerinde Sina Dağı da bulunmaktadır. Taşkınlık
yaptıkları için "üzerlerine kaldırılan" dağ budur.[18] 7/el-A râf, 163, İsrailoğulları na konan Cumartesi yasağını anlatırken, onların bir sahil şehrinde bulunduğuna dikkatimizi çeker. Burası
Kızıldeniz i geçtikten sonra konakladıkları bir yer olması hasebiyle
Sina Dağının, Kızıldeniz in batı çatalına bakan tarafında bir yer
olmalıdır. İsrailoğulları nın izlediği güzergâh Kızıldeniz değil de
İslamoğlu nun iddia ettiği gibi Kızıldeniz in kuzeyi olsaydı,
İsrailoğulları nın Sina Dağı nın eteğine gelmek için anlamsız biçimde
rotayı güneye çevirip oldukça derin bir kavis çizmeleri gerekirdi.
Zira
Sina Dağı nın bulunduğu yer, Sina yarımadasının güney ucudur.
İslamoğlu nun öngörüsü ise İsrailoğulları nın rotasının çok daha
kuzeyden geçmesini gerekli kılmaktadır. Üstelik Cumartesi yasağı
meselesinin geçtiği "deniz"in neresi olduğu sorusunun cevabı da burada
havada kalmaktadır…

"Yemm" meselesine gelince, İslamoğlu bu kelimenin Arapça olmadığını söylemekte
ve buradan hareketle "Yam Suph" meselesini gündeme getirerek bataklığa
saplanmaktadır.
Bu kelimenin Süryanice den Arapça ya geçtiği şeklinde
bir görüş mevcuttur.[19] Bu görüş doğru olsun ya da olmasın, bunun meselemize herhangi bir
etkisi yoktur. Yapılacak iş, Kur an ın onu nasıl bir anlam yükleyerek
kullanıma soktuğunun tesbitidir.

Kur an da, Hz. Musa (a.s) ın annesinin onu bir sandığın içine koyarak suya
bıraktığını, sonra da suyun onu kıyıya taşıdığını anlatan ayette işbu
"yemm" kelimesi geçmektedir.[20]

İslamoğlu kendisini bataklığa sürükleyen temayüle kapılmadan önce bu
ayeti dikkate almış olsaydı belki sahil-i selamete çıkma şansını
yakalayacaktı
. Hz. Musa (a.s) ın içine konulduğu sandığın bataklığa
bırakılması ve bataklığın da onu kıyıya taşıması söz konusu
olmayacağına göre, İslamoğu nun "yemm" kelimesi hakkındaki yorumunun da
yine sadece "farklılık arayışı" olduğunu söylemek gerekiyor.

"Kendinizi öldürün!"

12. 2/el-Bakara, 54: "Hani Musa kavmine demişti ki: "Ey kavmim! İyi bilin ki siz
buzağıyı peydahlamakla kendi kendinize kötülük ettiniz. Sizi yoktan
eşsiz örneksiz vareden Yaratıcınıza yönelerek af dileyin ve böylece
içinizdeki kötülükleri öldürün." (Esed: "Yaratıcınıza yönelin ve
nefsinizi yok edin." Esed bu ayetle ilgili açıklama notunda, buradaki
"nefsinizi öldürün" emrini Kadı Abdülcebbâr ın mecazî manada
anladığını, kendisinin de bu anlama şeklini tercih ettiğini belirtir.)

Bu ayette geçen "fa ktulû enfusekum" emrini İslamoğlu "içinizdeki
kötülükleri öldürün" diye çevirmesini şöyle gerekçelendirmiş: "Lafzen:
"Kendinizi öldürün!" Bu konuda hepsi de birbirine benzeyen ve
İsrailiyyata dayanan rivayetlere göre herkes o gün silahını alarak en
yakınını öldürmüştür. Tek bir günde yetmiş bin kişi bu şekilde
öldürülmüştür. Önce tevbe etmeleri emredildiği ve onlar da tevbe ettiği
halde niçin böyle dönüşsüz bir ceza verildiğini anlamakta zorlanan
Zemahşerî, bu problemi gidermek için birkaç ihtimal sayar. Râzî bu
âyetin tefsirinde görüş birliği olmadığını söyler. Kadı Abdülcebbâr a
göre bu âyetteki "öldürün" emri mecazîdir. Bütün bunlar bir yana, âyeti
eğer lafzî anlamda alacak olursak emir, "kendinizi öldürün" yani
"intihar edin" şeklindedir. Oysa ki bunu hiçbir rivayet söylemez.
Aksine onları hep başkalarının öldürdüğü rivayet edilmektedir. Bu ise
çelişkidir. Çünkü Yahudilere kan dökmek, birbirlerini öldürmek vahiyle
yasaklanmıştır (Bkz: Âyet 84/85). Bu iki sebep bu ifadenin mecâzî
olduğun sonucunu verir."

Ayeti zikrettiğim şekilde meallendirmesi, arkasından zikrettiği gerekçede yer
verdiği hususlar İslamoğlu nun, bu mesele hakkında kendi söylemek
istediğini ez-Zemahşerî, er-Râzî ve Kadı Abdülcebbâr a söylettiğini
ortaya koyuyor.
Şöyle ki;

A. ez-Zemahşerî, buradaki "nefislerinizi öldürün" emrinin nasıl anlaşılacağı konusunda
İslamoğlu nun iddiasının aksine– herhangi bir zorluk yaşamamış ve "bu
problemi gidermek için birkaç ihtimal say"mamıştır! O, "nefislerinizi
öldürün" emrinin zahir anlamına, yani "intihar" anlamına hamledildiğini
söyledikten sonra, "denmiştir ki" diyerek bu emir üzerine
İsrailoğulları nın birbirlerini öldürdüğünün söylendiğini aktarır;
arkasından da bunu açıklar tarzda, buzağıya tapınmayanlara, tapınanları
öldürmelerinin emredildiğinin söylendiğini nakleder ve bu anlatımın
ayrıntılarını verir. Onun bu ayetin ne ifade ettiği konusunda
İslamoğlu nun kendisine isnad ettiği türden herhangi bir sıkıntı
çekmediğinin en açık delili bundan sonraki ifadeleridir.
O,
rivayetlerle ilgili anlatımı yukarıda kısaca naklettiğim minval üzere
tamamladıktan sonra muhtemel bir soru olarak, "Eğer dersen ki: Bu
ayette yer alan "fâ" harfleri arasında ne fark var?" der ve arkasından
şu cevabı verir: "İlk ("fe tûbû ilâ bâriikum"daki) "fâ", başka değil,
sebebiyet ifade eder. Çünkü zulüm tevbe etmeyi gerektiren bir sebeptir.
İkinci ("fa ktulû enfusekum"daki) "fâ", ta kib içindir. Çünkü anlam,
"tevbeye azmedin ve hemen nefislerinizi öldürün" şeklindedir. Şu
bakımdan ki: Allah Teala onların tevbesini, nefislerinin öldürülmesi
olarak belirlemiştir. Nefislerini öldürmelerinin, onların tevbesinin
tamamlayıcı bir unsuru olması da mümkündür. Bu durumda anlam şöyle
olur: "Tevbe edin ve hemen arkasından tevbenizin tamamlayıcı unsuru
olarak nefislerinizi öldürün." Üçüncü "fâ", mahzuf bir ifadeye
mütealliktir…"[21]

B. Fahruddîn er-Râzî nin bu ayetin tefsirinde görüş birliği olmadığını söylediğinin ileri
sürülmesi, Kadı Abdülcebbâr ın biraz sonra üzerinde duracağım
yaklaşımına değinmesine dayanıyorsa, er-Râzî bunu, Abdülcebbâr ın
görüşünü red ve nakzetmek için yapmıştır. Değilse o da "nefislerinizi
öldürün" emrinin mecaz olarak değil, doğrudan "hayata son vermek"
olarak anlaşılması gerektiği görüşündedir. Bunun nasıl yapıldığı
noktasında ileri sürdüğü iki ihtimal vardır: a) Tevbe edenlerin
birbirlerini öldürmesi, b) Onların dışındaki bir grubun onları
öldürmesi. er-Râzî bu ikinci ihtimali daha kuvvetli bulur.[22]
Dolayısıyla er-Râzî ye göre ayetin tefsirindeki ihtilaf, "öldürün"
emrinin mecaz olup olmadığı noktasında değil, bu emirle "herkes
kendisini öldürsün" anlamının mı, yoksa "bir kısmınız diğerini
öldürsün" anlamının mı tercih edilmesi gerektiği noktasındadır.

C. Kadı Abdülcebbâr a göre bu ayetteki "öldürün" emrinin mecazî olduğu iddiasına gelince;
burada, biri "yanlış anlama"dan, diğeri "tahrif"ten oluşan, İslamoğlu
imzalı ikili bir arıza var:

Yanlış anlama:

er-Râzî "nefislerinizi öldürün" emrinin tefsirine şöyle başlar: "Bu emirden
murad, ifadenin zahirinin gerektirdiği gibi, herkesin kendisini
öldürmesi midir, yoksa başka bir şey midir? Cevap: İnsanlar (alimler)
bu konuda ihtilaf etmiştir. Müfessirlerden bir grup, "Tevbe edenlerden
her birinin kendisini öldürmekle emrolunmasının murad edilmiş olması
caiz değildir" demiştir. Bu, Kadı Abdülcebbâr ın da tercih ettiği
görüştür. Bu görüşü benimseyenler, delil olarak iki husus ileri
sürmüştür. Birinci –ve ehl-i tefsirin dayandığı– delil şudur:
Müfessirler, onların kendilerini kendi elleriyle öldürmediğinde icma
etmiştir. Şayet onlar bununla emrolunmuş olsalardı, bu emri terk
etmekle asi durumuna düşerlerdi. İkinci –ve Kadı Abdülcebbâr ın
dayandığı– delil de şudur: "Katl", insan bünyesini o anda diri olmaktan
çıkması gerekecek ölçüde tahrip etmektir. Bunun dışında insanın yakın
ya da uzak bir zamanda ölümünü sağlayacak fiillerin "katl" olarak
isimlendirilmesi mecazdır. Şimdi katlin hakiki anlamını bildikten sonra
deriz ki; Yüce Allah’ın insanın kendi kendini öldürmesini emretmesi
düşünülemez.
Zira şer’î ibadetler, ancak söz konusu mükellef için
maslahat sağladığı için güzeldir. Maslahat ise ancak gelecek zamanda
meydana gelir. Oysa katlden sonra artık teklif hali yoktur ki katl
maslahat olsun. Ancak Allah’ın bir kulu öldürmesi/imatesi böyle
değildir. Çünkü bu Allah’ın fiilidir ve bir başka kul için maslahat
olması durumunda da Allah ın o fiili işlemesi güzel olur. Öldürülen kul
da büyük bir mükâfatla mükafâtlandırılmış olur. Allah’ın bir kula
kendini yaralamasını ya da uzuvlarından birini kesmesini emredip de,
bunların hemen ardından ölümün vuku bulmaması hali de böyle değildir.
Çünkü kul henüz ölmediğinden kendini yaralama ya da uzvunu kesme fiili,
gelecek zamandaki fiilleri itibarıyla hala onun için maslahat olabilir."

Görüldüğü gibi Kadı Abdülcebbâr ın üzerinde durduğu nokta, "nefislerinizi
öldürün" emrinin, "intihar edin" anlamında olamayacağıdır. Bu alıntının
ardından er-Râzî nin sadece bu yaklaşımın çürüklüğünü ortaya koymayı
hedeflemesi de bunu açık biçimde göstermektedir. Meselenin bundan
ibaret olduğunu gösteren bir başka nokta da şudur: er-Râzî,
Abdülcebbâr ın görüşünü çürüttükten sonra şöyle der: "Bu ihtimaller
mümkün olduğuna göre, Kadı nın söyledikleri sakıt olur. Onun görüşünün aksine, müfessirlerin dayandığı ilk delil daha kuvvetlidir.
Bu durumda ayetin zahirî anlamından başka bir anlama hamledilmesi
gerekir. Burada da iki ihtimal vardır: Birincisi, tevbe edenlerin
birbirlerini öldürmekle emrolunduğunun söylenmesidir. Binaenaleyh
"nefislerinizi öldürün" emrinin anlamı, "bir kısmınız diğerlerini
öldürsün"dür. (…) İkincisi ise Allah Teala nın, (o günahı işleyip de)
tevbe edenler dışındakilere, tevbe edenleri öldürmelerini emir buyurmuş
olmasıdır. Bu durumda da "nefislerinizi öldürün"ün anlamı, "öldürülmeye
hazır olun"dur…"


er-Râzî nin ayetin "intihar edin" şeklinde anlaşılmayacağı konusunda Kadı
Abdülcebbâr ın istidlal tarzına değil de müfessirlerin icma etmiş
olmasına dayanmanın daha kuvvetli olduğunu söylemesi ancak bu durumda
anlamlı olmaktadır.

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

Yazar: Dr. Ebubekir Sifil
01-12-10
E mail: gizlenenler.com
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
MEALLERLE YENİ BİR DİN TASAVVURU İNŞA ETME (Mustafa İslamoğlu'nun Mealini tenkid) 3
Online Kişi: 22
Bu Gün: 195 || Bu Ay: 1.578 || Toplam Ziyaretçi: 2.228.362 || Toplam Tıklanma: 52.238.200