ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : / MÜLÂKÂT
Okunma Sayısı: 329
Yazar: İhsan Fazlıoğlu ile mülâkât (Derleyen Muhammed Negiz)
BİR ÜSTAD FİLOZOF: TEOMAN DURALI 3

BİR ÜSTAD FİLOZOF: TEOMAN DURALI-1

Evet, tekrar merhabalar. Soruların Peşinde’ye devam ediyoruz. Ahirete uğurladığımız Teoman Duralı Hocamızı konuşuyoruz. İhsan Hocamın şahitliğinde… Aslında, İhsan Fazlıoğlu, kendi gözüyle Hocasını anlatıyor…

Kendi deneyimlediği miktarda ve oranda…

Haliyle…  

Evet…

Bir Fatiha’ya vesile olur ümidiyle…

Evet, inşallah…

Şimdi Hocam, konuşacak, soru sormak istediğim birçok yer var… Hoca’nın gündelik hayatına ilişkin… Kitaplarında olmayan, büyük oranda…

Onlardan anlatıyoruz büyük oranda…

Evet… Hayatına ilişkin… Ama bir tarafıyla bu yakın zamanlarda tartışma konusu olmuş birkaç başlık da vardı…

Tamam…

Oraları da biraz ortaya çıkartalım… Siz ne düşünüyorsunuz? Oralara nasıl bakılır?

Ben tabii, Hoca’nın entellektüel birikimi, uzmanlık alanının dışındayım. Ne kadar cevap verebilirim bilmiyorum ama en azından nasıl ele alınabilineceği hakkında birkaç…

Yine görüntüye ilişkin olabilir Hocam… Konuları ele alabilmek için…

 Evet… Yani şimdi… O şeyi isterseniz tamamlayayım… Hoca’nın Hoca olma vasfıyla ilgili birkaç cümle söyleyeyim.

Evet…

Şimdi bunu yine bazı mahfillerde dillendirmiştim. Hoca, bir kere, öğrencileri ile olan ilişkisini ayarlarken ya da insanlarla… Dedim ya, bir çizgi çizip insanları karşı tarafa koymazdı. İlişkileri, kırık çizgiydi. Kimisinin ayağına giderdi, kimisi orada (çizginin karşısında) dururdu, kimisi (Hoca’nın) yakınında dururdu… Ve öğrencileriyle mesela, siyaset konusunu konuşmazdı… Tamamen, dedim ya, bilgi ve görgü odaklı bir ilişkisi vardı. En fazla öğrencilerine, lisans düzeyinde, yani belirli bir aşamada “iyi saatte olsunlar” cümlesini kullanırdı. “Çocuklar bakın, dikkat edin,  ‘iyi saatte olsunlar’ın oyununa gelmeyin.”

Buradaki ‘iyi saatte olsunlar’ çok böyle uçuk bir şey değil… Yani “dümeni başkasına kaptırmayın, uyanık olun, ayık olun” şeklinde uyarılarının dışında kimseye siyasi bir şey empoze etmezdi.

Şimdi bir kişiyle samimi oluyorsun, senin gibi düşünmeyen… Birkaç muhabbetten sonra, kendi perspektifini sana empoze etmeye çalışıyor. Maalesef, bu kötü bir alışkanlık. En akıllı adamımızda da var bu… Hoca’nın böyle bir tavrı yoktu.

Akademik anlamda da Hoca’nın bir başarısı bence öğretmenden ustaya… Yani Hoca’dan Usta olmaya… Öğrencisini de çırak olmaya dönüştürürdü… Bunu nasıl yapardı? Günlük hayatına dâhil ederdi öğrencisini… Yani çırak olarak gördüğü öğrencisini… Ne demek günlük hayat? Beraber onunla yemek yemek, beraber yürümek, beraber muhabbet… Yani akademinin dışında, akademik işlerin ötesinde, o öğrencisiyle hayatı paylaşmak… Zamanı ve mekânı paylaşmayı önemserdi…  Dolayısıyla, bir süre sonra, siz Hoca’nın hikâyesine dâhil olurdunuz. Günlük hayatına dâhil olduğunuz için… Ve öğrenciden çırağa dönüşürdünüz… Hoca da sizin ustanız olmaya başlardı… Çünkü beraber yürüyorsunuz artık… O yolu beraber adımlıyorsunuz ve bu adımlamada yaptığınız sadece geyik muhabbeti değil.

Bazen son derece çetrefilli bir felsefi problem… Bazen son derece Hoca’nın özeline ilişkin bir problem… Bir seyahat anısı… Artık orada siz Hoca’nın politik perspektifine, tarihi olayları yorumlamasına kadar adım adım sizi taşırdı ve sizi kendi hikâyesinin bir parçası yapar fakat sizin hikâyenizi de o hikâyenin içerisinde yazmanıza imkân tanırdı…  Belirlemez, koşullandırmazdı yani… Bu çok önemli bir şey… Yani kendi hikâyesine dâhil ettiği zaman sizi orada boğmazdı. Sizin kendi hikâyenizi üretmenize de imkân verirdi. Biraz önce anlattığım gibi…

Tarihte eşine az rastlanır şeyler…

Var… Böyle büyük Hocalar tabii… Tarihte çok böyle…

Tabii… Devasa bir çınar… Etrafında bir başka ağaç… Kolay kolay da yetişmez…

Bunu şöyle göreceksiniz… İsim zikretmek istemiyorum ama böyle Hocalar da tanıdım ben... Etrafını kurutan… Hocalar…

Çayır bile yetişmez…

Evet… Onu da tanıdım ben… Hepimizin tanıdığı isimler var bu konuda… Allah rahmet eylesin bir kısmına…

Ama bir de etrafını da yetiştiren, gürleştiren, hatta onları itekleyen…

Daha gür olsunlar diye…

Tabii, tabii…

Bir sürü şeyi vardır Hoca’nın… Hoca’nın bir de mekân ve zaman bilinci çok önemli… Mekân bilinci Hoca’nın, özellikle derste, harita ile ortaya çıkardı. Hiçbir olayı havada anlatmazdı… İsterse bu prehistorya/tarih öncesi döneme ilişkin olsun… İsterse bugünkü günlük bildiğiniz… Ya da kozmoloji ile alakalı bile olsa, orada bir kozmolojik resim olurdu yani… Tasavvurları önemserdi. O kavrama eşlik eden resmi çok önemserdi Hoca…

Bir de zaman bilinci… Kronolojik gitmek… Yani olayların tarihsel bağlamını vurgulamak… Ve bu zaman bilinci, tarih bilincine dönüşür Hoca’nın… Çok ciddi bir… Hem büyük ölçekte insanlık tarihi…

Yani biz Hoca’nın en çok tiye aldığımız ders anlatma şeyi şudur: Herhangi bir konuyu, Big Bang’ten başlatırdı… Herhangi bir konu! Oradan süpürerek gelirdi… Ve artık senenin sonuna ulaşmışızdır… Esas konu… Fakat ilginç bir şekilde, o konu da o sürecin bir sonucu olduğu için çok çabuk bir şekilde toparlanırdı. Ama hangi konu olursa olsun… İlk patlamadan başlardı…

Boşluk bırakmayacak şekilde bir bütünlük fikri…

Öyle anlatırdı.  Tabii, sentetik bir karakteri vardı anlatımının… Bir anlatıya dönüştürürdü… Dolayısıyla sizi dâhil ederdi… O süreçte siz, “A” konusunu öğreneceğiniz zaman, bir sürü ilave konuyu da öğrenmiş olurdunuz. Biz, defaatle bunu dinledik…

Felsefe anlatıyorsa, bu felsefe öncesi düşünüş biçimlerine kadar giderdi…  Mesela Türkiye’de Hint felsefesini, Çin felsefesini, eski İran felsefesini, Zerdüştlüğü biz Hoca’dan öğrendik, dinledik… Dil problemi yok Hoca’nın… Öğreniyor, okuyor… Türkçe’de o zaman kaynak da yok…

O açıdan, Hoca’nın mekân ve zaman bilinci, harita ve tarih bilgisi ve bunu anlatılarına eşlik edecek şekilde kullanması da son derece önemli bir fazilettir.    

Burada… Cevdet Paşa’yı iyi bilirdi… Onu yeri gelmişken söyleyeyim… Ve atıf yapardı… Cevdet Paşa’yı çok önemserdi. Cevdet Paşa’nın, “Tarih, haritasız olmaz” ilkesini bize söylerdi… Bana söylemişti yani… Bilirim.

Hatta bir kitabında da onu kullanır… Kırkıncı Tetimme’de… Cevdet Paşa’dan alıntı yapar. Hoca, onu bilirdi…  Buna da çok dikkat etmek lazım… Yani Hoca’nın zaman ve mekân bilinci meselesine çok dikkat etmek lazım.

Ve tabii ki, bu zaman ve mekândaki insana odaklanırdı, binalara değil… Mesela bir yere gittiği zaman… Afganistan’a… Fransa’ya… İtalya’ya… Bize binaları değil, oradaki insanları anlatırdı. Buna ben şahidim. Yani bir taksiye bindiğiniz zaman, bir akademisyen, bir taksi şoförüyle ne konuşur canım? Hoca, konuşurdu… Niye konuşurdu?

Çünkü Hoca, ilk bakışta “Beyaz Türk” damgasını yemiş bir insandır belki ama Hoca, Kapalıçarşı’da çalışmıştır, gemilerde çalışmıştır, yurtdışında belirli kampanyalarda çalışmıştır, lokantalarda çalışmıştır… Yani o aile mensubiyetinin imkânları üzerine iş yapmamış, tam tersine insanların içerisinde, farklı sosyal hayat içerisinde bulunarak oradaki tecrübeyi, deneyi biriktirerek… Dolayısıyla insanı iyi tanıyordu. İnanılmaz bir (nasıl diyelim) aşağı iniş gücü vardı yani… Hiç ummadığın insanla, son derece basit bir konuyu, onun bağlamında, bir empozede bulunmadan, onu ezmeden konuşabiliyordu. Bu da beni çok etkilemişti açıkçası... Beni bunu beceremiyorum tabii de ama Hoca’nın böyle bir tarafı da vardı…             

Hocalığından… Belki de sizin yanınızda Hoca’ya dair hatıra anlatmam cüretkâr olacak ama…

Estağfurullah… Dinleyelim, senin de (hatıralarını)… Çünkü yazı yazdırttınız Hoca’ya, Cins dergisinde…

Eyvallah, şöyle şahsiyeti ve tevazuuna ilişkin sizden gene dinlemek isterim…  Bizde olan şuydu: Biz, Teoman Hoca’ya, bir “Cins’te yazar mı acaba? Ya nasip…” diyerek gittik ve “Olur” demişti… Bunu… Yani kendisinden işte 40-50 yaş küçük biri ki, Cins dergisini biliyorsunuz Hocam… Gençlik dergisi normalde…

Tabii, tabii… Biliyorum, biliyorum… Bilmez miyim?

Bir biyoloji felsefecisinin diyelim… Burada ne yazabilir? Hoca’ya bir de çerçeve sunmuştuk; “Hocam, evrim etrafında… Bunu anlaşılabilir kılabilir miyiz?” diye… Doğrudan yazmam ama ses kaydı yapın, deşifre edersiniz, bana gösterirsiniz” diye bir süre Cins’te Hoca’nın yazılarını aldık…

Büyük bir başarı yani… Büyük bir başarı bu sizin için… Ben size söyleyeyim.  

Hoca’nın tevazuuna ilişkin benim için çok hayranlık verici bir not idi…

Tabii, tabii… Hoca şöyle… Bir yerde bir ilgi varsa, samimi bir ilgi varsa bilgiye yönelik kapıları açıktı Hoca’nın tabii ki… Gelir… Yani inanılmaz, odasına gelir insanlar, konuşurlar… Yani dinler onları… Dedim ya; rehabilite eder.

Tabii onlara girmeyeceğim ama Hoca’nın özellikle 28 Şubat süreci içerisindeki duruşu son derece beni çok etkilemiştir. Ama onu burada anlatmak istemem tabii… Daha sonra ondan bahsederim…    Çünkü ben, 28 Şubat edebiyatı yapmayı sevmiyorum da ondan…

Ama Hoca’nın insanı ele alan, ideolojik, dini ya da farklı inançları baskı aracı olarak kullanmaya olan tepkisini bildiğim için… Çok önemlidir, onlar da şimdilik bende kalsın. Ona girmeyeceğim…

Yani toplamda şunu anlıyoruz…

Yekpare bir şahsiyetten bahsediyorum yani… Evet…  

Yazdıklarıyla… Yaptıklarıyla…

Hep söylerim; “Şahsiyet, ehliyet ve mensubiyet çok önemlidir.” Hoca’nın güçlü bir şahsiyeti, bu şahsiyetine bağlı olarak güçlü bir mensubiyeti –Türk milletine, Türk kültürüne, İslâm medeniyetine, değerlerine- ve güçlü bir ehliyeti vardı. Onlar, zaten insanı güçlü kılıyor. Dik durmasını sağlıyor. Siz, şahsiyetinizde, mensubiyetinizde ve ehliyetinizde zayıfsanız, yukarıya alkış yaparsınız, aşağının da maskarası olursunuz. Hoca, kesinlikle sadakatine değil, ehliyetine güvenen bir insandı. Onun için çok muhalif bir insandır. Tabii bunlar… Hoca donkişotluk yapan bir insan değil ama ben Hoca’nın yakın zamana kadar…

En son cumartesi kendisiyle görüştüm telefonda… Hatta “Hocam durumunuz iyi değilmiş. Dua edelim, hatim indirelim” dediğimde, “Çok iyi olur” dedi “ama oğlum, artık toprakla evlenme vakti geldi…” Cumartesi günü saat 18.26… Hoca’yla yaptığım son konuşma…

Dolayısıyla o… Tabii bu şahsiyetin, mensubiyetin, ehliyetin güçlü olması, Hoca’da müthiş bir mesuliyet, sorumluluk duygusu geliştiriyor.

Niye çok koşturuyor? O yaşlı haliyle… Hastalıkla… Yine de… Mesuliyeti var! Bu vatana, bu millete, bu medeniyete karşı kendini sorumlu hissediyor. Bu sorumluluğu yerine getirememenin mahcubiyetini yaşıyor. Yani “utanmak” Hoca için çok önemlidir, biliyorsunuz. Onu hep söyler. “Utanmaktır esas olan. Utanmıyorsanız her şeyi yapın.” Hadis-i şerife atıf yapardı…

Bu mahcubiyet, utangaçlıktır yani… Niye utanıyorsun? Yani bir hata mı işledin? Yok. “Vazifemi yeterince yapabildim mi? Bu millete borcumu ödeyebildim mi?” duygusu Hoca’da bir mahcubiyet oluştururdu…

Çalışmalarındaki çeşitlilik… Tabii ki Hoca’nın merak duygusu ile de ilgili ama atıyorum Gılgamış Destanı…

Tabii, o da çok ilginçtir değil mi?

Çabalamak, bununla ilgili…

Bununla alakalı… Elimden geldiği kadar… Bunu ben Turgut (Cansever) Hoca’da da gördüm. “Yani, biz bu milletin çocukları olarak yetiştirildik. Biz bu milletin sayesinde, o bütünün bir fonksiyonu olarak ortaya çıktık. Elimizden geleni yapmamız lazım” hissiyatını… Mehmet Genç Hoca’da da vardı bu… Turgut Hoca’da, rahmetli, vardı… Teoman Hoca’da… Bizzat uzun yıllar gördüğüm şey…

Yani, oturayım… Muhabbetiniz bile… Amiyane tabirle, geyik muhabbeti bile… Bizde bir ilmi şeye dönüşürdü… Anlatabiliyor muyum?

Bilimsel magazin yapardık… (Gülüyor…)

Meşgul olduğu şeye benzemek…

Aşk ile yapmak ya…          

Evet… Aşkla yapmak…

İşine âşık olmak…  ,

Abdestsiz Bekir’indi (Gülüyor…); “Hırsızlık bile yapsanız, hakkını verin…”

Tabii, tabii… “Günahınızı bile ihlasla işleyin...”

Evet Hocam… Devam ederiz tabii Hocam… Tabii, bu beklenecektir bu programdan…

Buyrun, buyrun…

Hocamızın ardından bu evrim meselesi ile ilgili bir şey oldu… Kendini bilmezin biri bilmediği, anlamadığı bir konuya dâhil oldu ama başka saiklerle vesair… Şimdi ama bir tartışma masanın üzerinde duruyor… İnsanlarda da “Teoman Hoca evrimciymiş…”

Olabilir… Zaten sen cevabı verdin ama şimdi Hoca’nın bu konuda bir televizyon programında uzun bir şeyi var zaten… Oradan dinleyebilirler… Şimdi Yusuf… Bir konuyu, öncüllerini bilmeden, malumatına sahip olmadan, o öncüllerden hareket ederek yapılan çıkarım süreçlerini bilmeden sadece sonuç cümlesine bakarak karar vermek doğru değil… Dolayısıyla, bence bu tür hadsiz vs. bir şeyler söyledin.   Onlara cevap vermek, hani geçen haftaki şeyde de söyledim. Yani 7-8 milyar insan var… Herkesin zekâ seviyesi, IQ seviyesi, hatta ahlak seviyesi… Ya dedik ya; anlamak sadece idrak ile değil, aynı zamanda niyet ve ahlakla da alakalıdır. Bunlara cevap yetiştirmemek lazım bence…  Fakat burada genel olarak şunu söyleyeyim ben…

Şimdi, İmam Gazzâlî’nin bir cümlesi var… Allah âlemi yarattı, burada kimsenin bir şüphesi yok canım. Ama nasıl yarattığı konusunda beşeri mülahazalar geliştirebiliriz. Bunlar birbirinden farklıdır. Yanlış da olabilir, doğru da olabilir. Belli dönemde doğru olan…

Ya iki bin yıl biz bir astronomi sistemi kullandık ve iki bin yıl sonra yanlış olduğunu söyledik! Çünkü bu, bilimsel, beşeri bir şey! Şimdi bakın… Teorik bir şeye girmek istemiyorum ama şu (elimdeki) kalemin hakikatini bilmek bunu mutlakla irtibatlandırmakla mümkündür. Bu da insan için mümkün değil diyor Fahreddin Razi zaten… Ben bu kalemin hakikatini bilemem. Bu tabii yapay bir nesne ama niçin? Çünkü bu kalemin hakikatini ancak Hakk’la irtibatı dâhilinde bilebilir.

E, ben bunu yapamayacağıma göre beşer olarak, (hakikatini) bilemem. Dolayısıyla bu kalem hakkındaki tüm söylemlerim en nihayetinde bu kalemin ahvali hakkındadır. Zaman-mekândaki temsilleri hakkındadır ve yanlış olabilirler.

Peygamber hakikati bilebilir mi?

Peygamberin bilebileceği bir iş… Ben bilemem… Sormak lazım.

O aklı evvellerin oynadığı role dair…   

Olabilir, bilemeyiz ama bunu peygamber bilse bile, bunu senin idrakine sunması yine temsillerledir. Zaten nübüvvetin en önemli özelliği bu değil midir?

Şimdi, o açıdan… Bizi herhangi bir konuda beşer olarak mülahazalarda bulunduğumuz zaman; bu, o dönemin bilgi birikimine, o dönemin şartlarına bağlıdır. Yani o çerçevede bakarsanız pek çok insan güme gider… Yani Allah vere, Müslümanlar İslâm tarihini bilmiyor… Allah vere! Yani…

Bilseler var ya! Bir tane adam bırakmazlar! Hani bir şey vardı, televizyon programında? Sosyal medyada… Kur’an’dan bir ayet okuyorlar, “ne diyorsun?” diyor… “Olmaz böyle şey!” diyor ya bizim Müslüman adam… Hayatında Kur’an okumamış çünkü…

Teoman Bey’in bu konudaki fikirlerine… Ben biliyorum ne olduğunu da… Kitaptan okuyarak mı vardılar? Yok canım! Bizde okumaz, kimse okumaz canım! Teoman Hoca da bunu söylerdi… Mehmet Genç Hoca da söylerdi…

Benim tanıdığım, bu yaşa kadar… Tüm büyük adamların şikâyeti; “Bu millet okumaz!”    Hocası okumuyor ya!

Yani okuyarak mı vardın? Bir insan hakkında bu kadar ucuz, basit, karalayıcı yargıda nasıl bulunabilirsin?

Diyelim ki, Hoca bunu savunuyor… Savunabilir.        Sen de katılmazsın olur biter. Bu bir hakaret vesilesi değil ki! Bilgi, bir lanet vesilesi olarak kullanılamaz ki! Bu bir bilgi…

Kâfir oluyor diyor ama Hocam…

Ya niye kâfir olsun? Allah âlemi yarattı… İnsanı da yarattı, her şeyi yarattı, bitti… Ama nasıl yarattığı konusunda ben bir mülahazada bulunuyorum.

Aslında o, şunu diyor; “Benim otoritemi zedeliyor. Benim iktidar alanımı zedeliyor bunu diyerek.” Kasıt bu işte…

Kendisi doğrusunu biliyor mu? Açıklasın bize! Bakın, İbn-i Sina da âlemi/evreni Allah’ın yarattığını söylüyor, Gazzâlî de… Ama mekanizmaları farklı! Hepsi kâfir bunlara göre! Ama peki, nedir bu? O da yok!

Dedik ya… “Nasreddin Hoca’nın… Sazı tutmuşlar… Tüm ozanlar burayı arıyor” demiştik ya[4] onun gibi bir şey… Bilgi üretmeden, değer üretmeden, gelişigüzel… İktidar alanını korumak için gayriahlaki mülahazalar bunlar…

Tabii, şu yüzden sordum Hocam… “Teoman Hoca, Darwinci” gibi şey çıktı…

Olabilir!   Bundan kime ne?

Öyle olsa, “olabilir” gene diyebiliriz ama… “Darwinci…”   

Ya o başka bir şey de… Bir insanın, bir konuda kanaati olabilir ve sana göre bu yanlış olabilir.

Evet…

Kaldı ki meseleyi anlamadan… Ya kolay mı, o mesele üzerine ahkâm kesmek?  Ne biliyorsun yani? Hangi kozmolojik teoriden haberin var? Hangi biyoloji teorisinden haberin var? Hangi… Bu konuların felsefenin tarihi içerisindeki gelişi hakkındaki behren nedir? Yani cehaletini bu kadar coşkun bir şekilde nasıl dillendiriyorsun? İnsan, bir had bilir ya!

Hani, Hoca’nın yine sık sık söylediği şey; “İslâm’ın altıncı şartı haddini bilmektir.” Haddini bilir insan… Bunu uzmanları tartışsın, bunu âlimler tartışsın kendi arasında! Bilmediğin bir konuda aşağıdan yukarıya seslenmenin bir âlemi yok! Benim için de çok önemli değil açıkçası!    

Sizin kanaatiniz Hocam…

Bana şunu sorarsan Yusuf… Yaz, tamam… Konuştuk… Teoman Duralı… Şu… Bu… Önemli değil. “Ne kaldı senin aklında, Teoman Duralı hakkında?” 

Bak, ben sana bir cümle söyleyeyim; Hocanın bana öğrettiği en önemli şey şudur: “Oğlum, neyi kabul ediyorsan bilerek kabul et. Neyi reddediyorsan bilerek reddet!”

Bilmek ya! Türkçe! Bunun tipik göstergesidir; bil-e-bilmek… O bilmek eki bir güç! Yapabilme anlamındadır ama aynı zamanda bilgi ile alakalıdır. Gidebilmek için gitmeyi bilmen lazım. Yürüyebilmek için yürümeyi bilmen lazım. Çok önemlidir bu açıdan klasik felsefe… Bil-e-bilmek için bilmek lazım yani…

Dolayısıyla, bilerek… Bildiğin zaman zaten hakaret etmezsin. Ne zaman konuşacağını, insanların acısı taze tazeyken onları zedeleyecek…   

Bu mu peki İslâmi hassasiyet? Ahlaki hassasiyet? Bu mu?

Şimdi beni Oflu Hoca makamına çıkartma Allah aşkına! Yani ahlak yoksa bilginin çok da bir anlamı yok yani! Doğru bilsen ne olur! Bunun ifadesi önemli… Bunun zaman zamanlaması önemli… Karşındaki insana saygın olacak önce! 

O açıdan bunlara hiç gerek yok bence… Bunların üzerinde konuşmaya…

Yok, bence dediğim gibi Hocam… Başka… Suyu bulandırıyorlar, ya Hocam…

Ama bunlarla uğraşamayız. Olur mu? Çünkü başka… Mesele bilgi olmayınca… Mesele gerçekten bir meseleyi… Mes’ele! Ne demek? Soru sorulan. Mesele, o demek. Sualden… Bir soru var ve bunu çözelim, insanlara katkıda bulunalım… Dert bu olmayınca, dert farklı iktidar alanları, psikolojik saikler, kendini gösterme, başkalarını kıskanma, herkesin dikkati başka birisine yönelmiş… Kediyi sevsen yine bu sefer diyecek ki, “kediyi seviyor herkes”… Kediye hakaret edecek adam!

Yani, bunlarla uğraşamayız! Niyeti ve ahlakı bozuk olan insanlarla, doğru bile söylüyorlarsa, uğraşmamakta fayda var. Onların doğrusu kendilerinin olsun! Güle güle! Nereye gitmek istiyorlarsa gitsinler!

Eyvallah, eyvallah… Hocam, bu evrim meselesi… Hazır girmişken… Şeyi sormak isterim…

Evet…     

Sorulacaktır çünkü… İhsan Hoca, ne düşünüyor?

Bu program benim düşüncemle alakalı bir program değil. Ben ne düşünüyorum onu söylerim ama bunlar buralarda anlatılacak şeyler değil. Hassas şeyler var. Bak, bu sadece bilimle alakalı değil... Siyasi konularla da alakalı…

Bu avam-havas…

Hayır, avam-havas meselesi de değil…

Onu kabul ediyor musunuz? O ayrımı?

Belli bir yere kadar, tabii ki… Ama şu var:

  1. Bir; Her şey, her yerde konuşulmaz.
  2. İkincisi; Cümle olarak söylediğinizde arkasını dolduramazsanız,  o çok normatif bir şey olur. İnsanlara saygısızlık olur o.

Slogan olarak…

Tabii, o konuda çok büyük otorite olmanız lazım ki, son cümleyi söylemeniz lazım. Bunlar, müzakereli konular… Bu sadece bilimsel konularda değil canım… Türkiye’deki –diyelim ki- yakın tarihle alakalı meseleler de o kadar ezbere, birbirini yaralayıcı, birbirini rencide edici şekilde tartışılıyor ki! Doğru değil ki bu! Biz şimdi bir şeyi mi çözmeye çalışıyoruz? Bir şeyi mi paylaşmaya çalışıyoruz? Benim kişisel kanaatim, bu tür meseleleri, bu şekilde gündeme getirenler, bir şeyi paylaşmanın peşinde. Bir şeyi çözmenin peşinde değil!

“Milletin önünü açalım, milleti daha iyiye, daha doğruya, daha güzele götürelim” değil, “bu paylaşımda ben nereyi tutacağım?” Tehdit olarak kullanıyor; “Bak! Bu konuyu kaşırım ha! Bu konuyu söylerim ha!” Söyle!  

Benim kişisel kanaatim bu değil. Yani kişisel durum, herhangi, bir mesele… Şunu söyleyeyim… Bir yanlışı bile… Diyelim ki, herhangi bir konuda bir yanlış yakaladın... Eğer milletin önünde açmayacaksa, millete zarar verecekse söyleme onu ya!

Derdin senin ne? Kendini göstermek mi? “Ben akademik olarak ne buldum ha?”

Çıkıyor adam, diyor ki; “Efendim, Ebu Eyyûb el-Ensarî’nin mezarı gerçek değil.” Yapma ya! Ne kadar zekisin! Herkes biliyor bunu! Bilmiyor mu bunu?

Ya akademik anlamda herkes biliyor ama mitoloji ile niye oynuyorsun ki? İnsanların mitleriyle… Hani Kâtip Çelebi (onlardan çok zeki tabii, ahlaklı da), bunu çok söylüyor; insanların tahayyülleriyle niye oynuyorsun, hayalleriyle?

Hayal kuruyorsun… “Aa, bu akli açıdan yanlış!” Adı hayal zaten bunun ya!

Milletin değerleri vardır, hurafeleri vardır. Önemli olan burada, o hurafeler hangi hakikate karşılık geliyor? Yani Türkçe’nin argosu, Türkçe’nin argosudur. İslâm dininin, kültürünün hurafesi, İslâm kültürünün hurafesidir. Büyük kitlelerin hakikatle irtibatını, teorik olarak mı bekliyorsun sen? O, aşağı doğru süzülecek. Yani hakikatin mümaresesi hurafe üretir zaten.

Eyvallah… “Mit” nedir diye Hocam iki satır bir şey…

Hurafe diyelim… 

Ayrıca, Ebu Eyyûb el-Ensarî’nin şeyi de gerçek…

Ya şimdi ona benim ayrı cevaplarım var da… “Bir toprağı Müslümanlaştırmak” nedir bilmiyor ki adam! Yani niçin Kaz Dağı’nın tepesinde Sarı Kız Yatırı var? Ya orası Zeus’un şeyi... Panteon orası… Yunan Panteonu…[5] Dağı Müslümanlaştırman lazım… Türkleştirmen lazım.

-“Sarı Kız” ne demek?

-“Derviş Kız.”

-Niçin “Kız”?

-Çünkü Türk Yaratılış Destanı’nda kız çok önemlidir.

Kız Dağı, Kız Kulesi… Tamam mı? Yani hiçbir şey tesadüf değil! Anlamaya çalışmıyor ki, karalamaya çalışıyor adam!

Bir anla! Yani hiçbir şey tesadüf değil… Onlar da insan, sen de insansın. Onlar da senin kadar zeki canım, senin kadar akıllı. Merak etme yani! Kendini nereye koyuyorsun?

O açıdan, anlamaya çalışalım…

Lanet, bilgi üretmez… 

Tahkir etmek, tezyif etmek, bize herhangi bir şey kazandırmaz ki!

 Elbette her şeyi tartışacağız. Kimse son cümleyi söylemiyor bu konuda. Ne dedim? “Biz eşyanın hakikatini bilemeyiz zaten.” Yani bu bir çabadır. Çünkü Hakk’la olan irtibatımız açık-seçik değil o açıdan… Bunun dışındaki tüm söylemlerimiz belli bir yöntem dâhilinde, o meseleyi izah etmek, idrak etmek için geliştirilmiş yapılardır. Sen başka bir yapı geliştirirsin, bu iş böyle gider…

Zaten tarih de bu demek.  Tarihe baktığımız zaman, bir sürü bilim teorisi, düşünce teorisi geliştiriyoruz. İnanç ilkelerinin ifadeleriyle, o inanç ilkelerinin idraki arasında ayrım yapamazsan böyle ortada kalırsın işte!

Eyvallah…

O idrak de bilimlerle irtibatı gerektirir…  Bırak sen şimdi modern şeyi! Taftazani’nin Şerhu'l-Makâsıd’ının girişini okusa, idrakin ne olduğunu ve bir Müslüman âlimin inançlarıyla çağı arasındaki irtibatı ancak o idrak ve idrakin içindeki bilimlerle münasebeti oranında kurabileceğini Taftazani söylüyor! İslâm tarihini de bilmedikleri için…

Şimdi bakın… İdrak zayıflayınca Vehhabîlik artar… Vehhabî zihniyet artar…

İdrak zayıf…

İdrak ne demek?  Hem tarihsel, hem de içinde yaşadığınız çağın tüm bilgi birikimine muhatap olmaktır. Eğer inanca idrak eşlik etmezse o bir slogana dönüşür. Siz gittikçe sertleşirsiniz, katılaşırsınız. Bu sadece dini inançla alakalı değil. Bu Marksizm de olabilir, faşizm de olabilir, Kemalizm de olabilir, İslâm da olabilir… Fark etmez! 

Sizin temel inanç ilkeleriniz, anlam-değer dünyanıza ait ilkeleri idrakinizle irtibatlandırmazsanız Vehhabîleşirsiniz, katılaşırsınız, saldırganlaşırsınız! Kendinden emin olmazsın çünkü! İmam Gazzali yine ne diyor; “Bir insan, her hangi bir fikri konuda saldırgansa ya inancı zayıftır, ya bilgisi zayıftır, ya da bir üçkâğıt peşindedir” diyor. Bunu söyleyen İmam Gazzali… Gerisini düşünsünler!

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

Yazar: İhsan Fazlıoğlu ile mülâkât (Derleyen Muhammed Negiz)
10-01-22
E mail: dunyabizim.com
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
BİR ÜSTAD FİLOZOF: TEOMAN DURALI 3
Online Kişi: 20
Bu Gün: 32 || Bu Ay: 9.290 || Toplam Ziyaretçi: 2.220.896 || Toplam Tıklanma: 52.163.148