Kategori : / HUKUK HİKÂYELERİ | Okunma Sayısı: 134 |
Yeni Anayasa tartışmaları mutat olduğu gibi gelip Anayasanın ilk maddelerinin değişip değişmemesi meselesine dayandı. Aslında darbeciler tarafından yapılıp bu topluma dayatıldığı günden beri defalarca değiştirilmesi gündeme geldi, tamamen veya kısmen. Birçok maddesi değişik vesilelerle değişti. En kapsamlı ilk değişiklik diyebiliriz ki tam da onu bize dayatmış olan darbenin 30. yıldönümü gününde 12 Eylül 2010 yılındaki referandumda gerçekleşti. 26 maddesi değişti Anayasanın o tarihte. Sonradan 2017 yılında parlamenter sistemden Cumhurbaşkanlığı sistemine geçişe de yol açan daha da kapsamlı bir değişimden geçti 12 Eylül Anayasası. Bu değişiklikler esnasında aslında Anayasa içinde el atılmamış bir mevzu kalmamış durumda. Yani bu Anayasaya 12 Eylül askeri darbe anayasası vasfını veren neredeyse hiçbir konu bırakılmamış durumda, tabii ki “başlangıç” kısmı ilk 4 madde ve tabii ki onların “değiştirilemez” ile “değiştirilmesi teklif dahi edilemez” hükümleri.
Bu maddelere dokunmayacak bir yeni Anayasanın bunların dışında ne yapacağını insan gerçekten merak eder. Toplumda insanların ihtilaflarının bütün kaynağı zaten bu maddelerin münderecatı. Elbette hepsi değil ve elbette toplumda bütün bu maddeler üzerinde bir uzlaşma olmadığı gibi bu maddelere dokunmayacak bir anayasa değişikliği için onca zahmete girmeye bu saatten sonra hiç gerek yok. Bırakınız olduğu gibi kalsın, ne de olsa bu haliyle, hatta o maddelerin varlığına rağmen toplum bir şekilde kavgasını da, ihtilafını, da birlikteliğini de barışını da temin etmenin bir yolunu bulmuş durumda.
“Değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” ifadesi esasen bir toplumun aklını aşağılayan, onun iradesini yok sayan, onu belli bir çerçeveye hapseden bir ifade. İnsanların iradesine, toplumun kendi içinde yaşayacağı bir tartışmada varabileceği yeni bir mutabakata bu şekilde set çekmek ancak 12 Eylül faşist zihniyetinin aklına gelebilecek bir şey. Nitekim önceki darbe anayasaları bile böyle bir şey düşünmemiş, böyle bir ifadeyi anayasaya koymayı akıl etmemiş. Ne 1924 Anayasası, ne 1961 darbeci anayasasında böyle ifadeler yok. Arkadaşımız Mehmet Metiner dünkü yazısında bu anayasa metinlerinin ilgili maddeleri arasındaki gelişim tarihini güzel bir özetle vermiş.
Şu veya bu maddeyle ilgili hiçbir şey söylemiyorum. Sadece bu ifadenin içerdiği buyurganlığın kesinlikle çeşitlilik içindeki bir toplumun kendi iradesiyle yapabileceği bir şey olmadığını ve içeriği ne olursa olsun böyle bir ifadenin sözleşmeyle bir arada yaşayan bir toplumun iradesine, aklına, zekasına hakaret olduğunu söylemek istiyorum. Bu negatif buyurgan dil esasen toplumsal seciyemizi de maalesef belirlemeye yüz tutuyor. En büyük görünür zararı da budur.
Esasen bu ifadenin kendisi anayasanın başlangıcında atıfta bulunulan Atatürk’ün inkılapçı ilkesiyle de çelişen bir ifadedir. Değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen bir alanda çalışan Türk siyasetçisi neyin inkılabını yapacak, inkılapçılığını hangi alanlarda sürdürecektir? Bırakınız inkılabı, değişimin önüne set çeken mutaassıp bir muhafazakarlıktan başka bir şey üretmez, üretmemiştir de böyle bir yaklaşım.
Düşünülemez alanlar, değiştirilmesi teklif dahi edilemez alanlar siyasetin alanından yer, aklın ve düşüncenin alanından tüketir, o alanları her zaman daraltır, düşünceye de ket vurur.
Ünlü Cezayirli İslam reformcusu Muhammed Arkoun’un İslam düşüncesini eleştirmek adına ortaya attığı bir kavram vardır: Düşünülemeyen. Her din, ideoloji veya siyaset aslında ilk etapta düşünülemeyen alanlarla siyasetin ve düşüncenin alanlarını kapatmış olan bir başka ideolojiye, dine veya felsefeye karşı bütün o alanları “düşünülebilir” kılarak kendine bir alan açar.
Arkoun İslam düşüncesinin bir zaman Batılılar tarafından düşünülemez kılınarak daralttığı ve eski Yunan filozoflarını ve ortaya koydukları soruları düşünülemez hale getirdikleri alanları İslam düşüncesinin yeniden düşünülür kılabilmiş olmasını bir çığır olarak görür. İslam düşüncesi düşünülemeyecek alanları alabildiğine azaltmış ama zamanla kendi ortodoksisini oluştururken kendi düşünülemez alanlarını da belirlemiş ve giderek o alanları genişletmiş, o kadar ki, Müslümanlar için düşünülemeyen alanlar düşünülebilir alanlardan çok daha geniş bir yekûn tutmaya başlamıştır.
Doğrusu 1. Dünya savaşı sonrası şartlarda her türlü siyasal temsilden, dolayısıyla eğitim kurumlarından, üniversitelerinden, medreselerinden, düşünce üretim kanallarından mahrum bırakılmış, toprakları işgal edilmiş, sömürgeleştirilmiş Müslümanlara veya İslam düşüncesine böyle bir eleştiri çok yersiz ve haksızdı. Üstelik Müslümanlar için düşünülmeyen alanlar konusu onun abarttığı gibi bir şey olmadı hiçbir zaman. O zamanın veya bugünün Müslümanları için düşünülmeyen alan neredeyse yok, hiç de olmadı.
Ama onun bu kavramsallaştırmasını alıp yaşadığımız ister küresel ister ulusal sisteme uygularsak resmimiz tam da bu “düşünülemez, düşünülmesi teklif dahi edilemez” alanlar tarafından kapatılmış durumda. Mesela;
Anayasa’nın ilk 4 maddesi bütün içeriğiyle birlikte değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez.
1918’de Filistin cephesinin nasıl düştüğü ve o düşüşten sonra Osmanlı’nın nasıl hemen işgal edilmiş olduğu hiç düşünülmez, öğretilmez, öğretilmesi teklif dahi edilmez.
İngiliz işgali altındaki İstanbul, Samsun ve Ankara’dan geçilip işgalcilere karşı bir milli istiklal mücadelesi nasıl sürdürülebilmiş, nasıl kazanılabilmiş ve İngilizler ne alıp da bir kurşuna bile hedef olmadan çekip gitmişler, bu düşünülemez, düşünülmesi teklif dahi edilemez.
Bütün Müslümanları birleştiren ve Türkiye için büyük bir koz olan, bir güç, bir iktidar konusu olan Hilafet gibi bir müessesenin ilga edilmesi nasıl Türkiye için bir devrim, bir büyük kazanım olarak sunulmuştur? Düşünülemez.
İnkılap diye nitelenen bu değişimlerin hangisi bu millete sorularak yapılmıştır? Bu milletin bunlara rızası olmuş mudur? Sorulamaz, düşünülemez.
Düşünülemeyen alanlara dair daha nice sorular sorulabilir. Bu soruları bugün hiç aklına getirmeyen, getirmeyi dahi bir tabu alanına girmiş gibi ürkütücü veya korkutucu gören, Arkoun’un deyimiyle bir logosferimiz var.
Düşünülemeyen tonlarca alanı, sorusu olan bu logosferi hiç sorgulamadan hatta buna sığınarak oradan İslam düşüncesine, geleneğine sallayanlar yok mu? Onları da Allah ıslah etsin.
Yazar: Yasin Aktay |
21-09-24 |
||
E mail: yenisafak.com | Tweet | ||