ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : İKTİBAS / Muhtelif Mevzûlar, Yazarlar, Yazılar
Okunma Sayısı: 4858
Yazar: Nuray Kahraman
SEYAHAT: BAŞKASINI GÖRDÜKÇE KENDİNİ TANIMAK

Nedenini bilmediği, tedavi de olmak istemediği bir hastalıktı seyahat. Her gördüğü ülkede acıları bir an olsun diniyor, büyük bir özlemle kavuştuğu yuvasında, haftalar içinde buhranları nüksediyordu. Üzerinde bulunduğu coğrafyanın ağırlığı omuzlarına her çöktüğünde bir kaçıştı seyahat. Meraktı... Ardına düşmekti... Ardında bırakabilmekti herkesi ve dahi her şeyi. Hastalığı ne zaman mı başlamıştı? Sanırım Gürbudak sınır kapısında...

“Sınırdan geçmek tehlikelidir.” “Acaba bizi orada nasıl koşullar beklemekte?” “Hangi şartlarda yaşıyor o insanlar?” derken, görmüşlerdi. Evlerinin, misafirperverliklerinin, kültürlerinin, görgülerinin altında ezilmişlerdi.

‘Bildiği tek şeyin hiç bir şey bilmediği’ gerçeğini o gün, o ülkede öğrendi. Gittiği sınır komşusu bir ülkeydi üstelik. En uzaktakini bilen,  kendisine dayatılanla yetinen zihniyetini ilk o zaman keşfetti. Ve o zaman karar verdi. Verilenle yetinmeyip, objektife olabildiğince yakın, kendi bakış açısıyla dünyayı öğrenmeye.

Önce Avrupa’ya gitti. Tarihlerine sahip çıkan, müzelerinde ecdatlarını yad eden, insan hak ve hürriyetini şiar edinmiş, meraksız, işine saygılı, dost canlısı olmayan, ama doğasına, kültürel mirasına sahip çıkan insanları gördü. Yaratanın ne güzel yarattığını, İstanbul Boğazı’ndan gayrı da güzelliklerin olduğunu öğrendi. Eyfel’den Seine Nehri’ni seyrederken düşündü: Havası, insanı soğuk bu memleket nasıl olurdu da şu demir yığınıyla dünyanın en fazla turist çeken ülkesi olurdu? Öğrendi, pazarlama önemliydi. Tarihi bu denli köklü ülkesinin eksikliğini, Avrupa’nın olmayan tarihlerini yere göğe koyamayarak halkını birleştiren, ilerlemeye teşvik eden müzelerinde fark etti. Bir karış toprağını iyi değerlendirip çiftçilikte devleşen Hollanda’da yapılması, tembel bir milletin nasıl sömürüldüğünü gördüğünde yapılmaması gerekenleri anladı.

Çoğu ailelerde bir tane bile çalışan yoktu Almanya’da, ama herkesin geliri vardı. Gelirin adı devlet yardımı... Kendi halkından farklı davranmayan, aç açıkta bırakmayan bu memlekete olan tavır, kötüleme ve ülkenin sisli ve karamsar havasına uyumlu depresyon tadındaki memnuniyetsizlik nedendi? Nedeni yoktu. Kimse bulunduğu duruma şükreder değildi. Ülkesindekiler dışarıyı kurtuluş, dışarıdakiler içerisini gurbet olarak görüyordu hepsi bu.

Uzakdoğu... Nem, trafik, o alışamadığı koku, çekik gözlü insanların yüzyıllardır çektiği acıların yüzlerine pelesenk olmuş hüznü. Küçücük dairelerde bir öğlen yemeği gibi geçiştirilen aperatif hayatlar. Etleri kiralanan, dünya pazarına sunulan kadınların kim bilir belki de günahlarının kefareti saydıkları, sepetler içinde rahiplere sundukları garip görünümlü, müthiş lezzetli meyveler. İhtişamlı tapınaklarda, turuncu kumaşlara bürünmüş, adanmış hayatlar. Burası ona biz aynı dünyada mı yaşıyoruz dedirten, insanı, doğası, kültürü, besinleriyle gerçekten bir Uzakdoğu’ydu.

On binlerce kilometre yol alıp, en uzak kıtanın, en büyük adasını keşfetti.  Afrika’nın Hollandalı valisinden aldığı emirle 17. yy’da Tazmanya’yı keşfeden ve adıyla bu güzide yeri şereflendiren(!) Tasman gibi keşfetti Tazmanya’yı. Böyle bir yer gerçekten vardı, hatta canavarı bile vardı. Cennet böyle bir yer olmalı diye geçirdi içinden. Lüks, refah, doğa, tarih kokan inşa, dağ, orman, deniz, kar ve güneş, güzel, cana yakın insanlar, burada her şey fazlasıyla vardı.

Niçin dedi kendi kendine? Bendeki her yeri görme tecessüsü neden? Evi özlemek için bir aracıydı belki yolculuk... Bulunduğu konumdan, yakasını gevşetme hissi uyandıran sınırlarından, sevdasından, gözünün nuru evlatlarından, meraklı komşusundan, anadan, babadan, kardaşdan, aman vermeyen işten, eşten, bakkaldan, her gün dönmek zorunda kaldığı caddeden, iki yıldır bitmeyen yol çalışmasından, aynı evden, aynı şehirden, aynı insandan, yani tekerrürden bir kaçıştı.

Ve özlemekti. Sıkıldığı o evi, o insanları özleyebilmekti. Dünyanın cennet köşesinde, bol yıldızlı bir otelin, konforu insanın içine işleyen kaz tüyü yatağından kalkıp gelse dahi, evine varıp da yatağına uzanırken hasretle: “Oh be! İnsanın evi, kendi yatağı gibisi yok.” diyebilmekti.

İnsan gördüklerinin toplamı mı, çok gezen mi yoksa çok okuyan mı? Bilmek ne, kıstası ne? Dönüp kendine sordu: Kaç ülke gördüm, kaç kıta? Peki, ne öğrendim? Her öğrendiğimle daha bir cahil hissetmedim mi kendimi? Gördüklerim benim parçam mı oldu, ben mi onların bir parçası. Sokaklarından bir kereliğine geçtiğim şehirler için neydi ifade ettiğim?

Siydney güzeldi, Canberra; Bürüksel, Lüksemburg, İsfahan, Ardahan yani Dünya. Her coğrafyanın, her iklimin, her kültürün, her ırkın ayrı ve aynı yönleri vardı; onları keşfetmek araçtan öte amaçtı. Uçaktan indiğinde vardığı, boynuna atıldığı en yakını, hamisi, aşkı, damarlarında kol gezen bünyesine ait defalarca ve defalarca yalnızca nefsine bulaşan amansız hastalığıydı.

Bir Aborjin atasözüydü belki yaşantısını özetleyen: Biz bu zamana ve yere misafiriz. Geçip gidiyoruz. Amacımız, gözlemek, öğrenmek, büyümek, sevmek ve sonra eve geri dönmek.

Seyahat tutku, adanıştı seyahat. Dokusu ve rayihasıyla, bilinmeze açılan adı konulmamış tek yelkenli bir sığınaktı. Tek acı yanı terk ediş... Bir daha göremeyeceği kuvvetle muhtemel insanlara o hep varmış, canından canmış gibi bağlanıp, sonrasında sonsuz bir ayrılığın acısı kaplardı tüm benliğini. Alınan telefon ve adresler, bir kaç görüşme, ya sonrası. Yok! Yalanlarla elde edilmiş geçici bir sevgiliye söylenen palavralar gibi, ama yalan yok. Belki hiç olmadığı kadar sahici… Allahaısmarladık. Ve bir el hareketi eşliğinde sonsuza değin elveda...

Merak... Diğere; insana, kültüre, coğrafyaya, tarihe… Kendi şehrinin sadece yüzde bilmem kaçını bilen insanın, gittiği yerin tamamını görme paradoksu...

Farklı, fark... Aradığı buydu belki de. On iki saat boyunca uçan bir Boeing bilmem kaçın içinde uykuyla uyanıklık arasında yenilen bir aperatifin tadıydı belki hayat; bir Arap ülkesinin sokaklarında kaybolduğunda yol gösteren siyahînin kömür karası gözünde, ortak bir dil bilmediği yabancının sözlerini anlama gayretinde, Gürbudak Sınır Kapısı’ndan geçerken ıssızlığında ve yok sayılmasıyla rengini yitirmiş bir Türk askerin, el sallamasıyla sıçramasında ve sevinçle ışıldamasında gözlerinin...

Buz tutan bir Avrupa gölündeki kuşları seyrederken çözdü bilmeceyi. Bir Aborjinin uğradığı haksızlıkta, işçi olarak alındığı ülkede istenmeyen bir azınlığın mahzunluğunda, çocuk yaşta ana-babasından koparılıp satılan bir Afrikalının çığlığında, buhurdan da tüten amberler eşliğinde çalıştırıldığı masaj salonlarında vücudu hoyratça kullanılan bir Tay kızının ifadesiz bakışlarında buldu cevabı. Aslında hepimiz birdik ve tattığımız acılar bambaşka ve aynı.

Diğerini gördükçe tanıyabildi kendini. Acıları, sevinçleri öğrendikleri, öğrettikleriyle onlar yanından eksik etmediği fildişi kaplamalı, nine yadigârı aynasıydı, bendi, kendiydi. Eksik yanlarını tamamladı, hamdı, pişti, şimdi yanmak üzereydi.

Ve artık geri dönebilirdi...

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

Yazar: Nuray Kahraman
23-04-11
E mail: haber7.com.
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
SEYAHAT: BAŞKASINI GÖRDÜKÇE KENDİNİ TANIMAK
Online Kişi: 24
Bu Gün: 316 || Bu Ay: 6.333 || Toplam Ziyaretçi: 2.237.377 || Toplam Tıklanma: 52.313.245