ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : / MÜLÂKÂT
Okunma Sayısı: 4799
Yazar: Konuşan: Süleyman Ragıp Yazıcılar
GENÇLER ENTELEKTÜEL OBEZİTEYLE MALÜL!

Dr. Ebubekir Sifil:

Söyleyeceğim şey sizi entelektüel bir tatmine götürmeyecek ama dünyanızı ve ahiretiniz kurtaracak: “Gidin Ömer Nasuhi Bilmen merhumun ilmihalini alın, okuyun, hazmedin, amel edin ve kurtulun kardeşim.” Bir insana yetebilecek ne lazımsa o var orada. Ama hayır, gencimize bu yetmiyor. Niye? Çünkü orada hermönetik yok, bilmem Heideger yok, Fukuyama yok. Bu ne lazım sana? Ben buna entelektüel obezite diyorum.

Modernite ile birlikte hayatımızda neler değişti sizce? Zihinlerimizde nasıl bir tahribat meydana geldi?

Gerçekten moderniteyle birlikte hayatımızda pek çok şey değişti. Dünyaya bakışımız, birbirimize bakışımız, sokaktaki hayata bakışımız, ev ahvalimiz, her şey değişikliğe uğradı. Buna bizzat bizim dine bakışımız da dahil. Modernitenin böyle bir özelliği var; bir yere girdiği zaman orada lokal olarak bulunmuyor, bulanamıyor. Girdiği yere ve her tarafa sirayet ediyor. Modern çağın bilincimize dayattığı her “değer”, kimliğimizi oluşturan unsurlardan bir şeyleri “öteleyerek”, hatta “iptal ederek” onun yerine oturuyor. Bu da zaman içinde bilincimizde ciddi kaymalara ve giderek yabancılaşmaya yol açıyor. Sonra başlıyoruz bireyselliği, itaati, özgürlüğü, insan haklarını, tarihi, kadının statüsünü, saltanatı, küreselleşmeyi, dini metinleri tartışmaya. Müslümanlar ne zaman ki modern hayat tarzını benimsemeye ve kabul edilebilir bulmaya başladılar, arkasından çok kısa bir süre içerisinde bu, onların hayatında belirleyici olmaya başladı.

Başlangıçta “biz modern hayatı yaşarken Müslümanlığımızı da bir taraftan devam ettirebiliriz” düşüncesi, şimdi görülüyor ki bu çok mümkün bir şey değil. En kötüsü de Müslümanlar modernleştikleri vakasının farkında değiller. İtikadi hususlardan ameli hususlara kadar bizim kaynak anlayışımız, referanslarımız, tarihi tecrübemiz, hepsi modernitenin çok büyük ölçüde tasallutu altında bulunuyor şu anda. Özet olarak belirtmek gerekirse şu anda bizim yaşadığımız tecrübe Hıristiyanlığın içinde Protestanlığın yaşadığı tecrübedir. Oysa kilise ve ulema arasında dünya ve ahiret kadar korkunç bir fark var. İşleyiş biçimi olarak, fonksiyon olarak her şeyi.

İslâm`da Hiçbir Eşitlik Yok!

Bu karmaşaya modern zamanlara ait kavramlar ya da modern zamanların yeniden şekillendirdiği kavramlar mı sebep oluyor?

Modernitenin kendini yaşanabilir kıldığı zeminler, çok önemli ölçüde kavramlarla vücut buluyor. Kendisini önce evrensel ilan ediyor. Bu kavramlara hiçbir dinin hiçbir ideolojinin itiraz etmemesi gerektiğini söylüyor. Bu kavramlar algılarımıza da yerleşince dinimizi, kendi kimliğimi, kimlik unsurlarımızı bu kavramlar zemininde yeniden yorumlamaya başlıyoruz. Bunun farkında değiliz tabii çoğu zaman.  Eşitlik bunlardan birisi mesela. Bazen vaazlarda en büyük eşitlik İslâm`dadır, en büyük özgürlük İslâm`dadır gibi sözler duyarım, kulaklarıma kadar kızarırım. Niye? Çünkü burada bir tuzak kurgu var. "En güzel insan hakları İslâm`dadır" dediğiniz zaman; “insan hakları temeldir, İslâm da bunu içerdiği için kıymetlidir” demiş oluyorsunuz. En güzel, en dokunulmaz değer özgürlüktür, İslâm da bunu ihtiva ettiği için, garanti ettiği için önemlidir demiş oluyorsunuz.

İkincisi, bu dediklerinizin İslâm`la hiçbir bağlantısı yok. Şimdi eşitlik deniyor, bir tarağın dişleri gibi vs. Ama ben aklım yettikçe bakıyorum, İslâm`da hiçbir eşitlik yok. Bir kere ontolojik olarak varlıklar arasında eşitlik yok. Zamanlar var, zamanlardan üstün. Mesela Kadir Gecesi, içinde Kadir Gecesi`nin bulunmadığı bin aydan daha hayırlıdır. Ramazan, diğer on bir ayın sultanı. Cuma, altı günün sultanı. Yani zamanlar arasında bir eşitlik yok. Mekanlara bakın orada da eşitlik yok. İşte Mescid-i Haram`da kılınan bir vakit namaz diğer yerlerde kılınanlardan 100 kat daha sevaplıdır. Aynı şey Mescid-i Nebevi için de geçerlidir. Mekanlar arasında da eşitsizlik var. İnsanlara bakın, yine eşitsizlik göreceksiniz. Bir kere bazı insanlar peygamber. Geçmiş ve gelecek günahları bağışlanmış. Bazıları ulul azm peygamber, onların da üstünde. Şimdi nasıl bir eşitlikten bahsedeceğiz? “Erkekler kadınlardan bir derece daha üstündür” buyurmuş Allah-u Teâlâ. Şimdi bunu söylediğiniz zaman modern Müslüman bile itiraz ediyor. Ben söylemiyorum ki bunu. Bu Kur`an`ın, Sünnet`in önümüze koyduğu realitedir.

Ben erkek olduğum için bunu söylemek bana kolay geliyor, kadın olsam itiraz mı edecektim? Hayır. Kadınlarımızın da itiraz etmemesi lazım. Bu bizim koyduğumuz bir taksimat değil. Bizi yaratanın koyduğu bir taksimat, derecelendirme. Burada eşitlik görmek için kendimizi zorlamayalım. Şimdi böyle bir şey varmış gibi vehmediyoruz. Ondan sonra dönüp diyoruz ki “efendim niye bir erkek dört kadınla evlenebiliyor?” Batılıya bunu izah etmekte zorlanıyoruz. Arkasından Kur`an`ı tahrif etmeye başlıyoruz. Nasıl oluyor? Efendim işte Kur`an ikişer, üçer, dörder alın buyurmuş. Bu ayetten sonra da “eğer adaletsizlik edeceğinizden endişe ederseniz bir kadınla evlenin” demiş. Sonra başka bir ayette de buyurmuş ki “ne kadar çalışırsanız çalışın, aralarında adaleti gözetemezsiniz, tam sağlayamazsınız.” Burada aslında farkında olmadan insanlar (haşa) Allah-u Teâlâ`yı abesle iştigalle itham ediyor. Yani bir taraftan dörde kadar evlenebilirsiniz, bu serbest. Aralarında adalet yapın ama. Öbür taraftan da ne kadar çalışsanız adalet yapamazsınız, diyen bir Kur`an. Haşa Kur`an böyle bir çelişkiden münezzehtir. Peki, nedir bu? Bu aralarında “sevgide adalette ne kadar çalışsanız eşit davranamazsınız” diyor Kur`an. O sevgide adalettir. Öbürü; giyimde, kuşamda, nafakada, muamelede adalettir. Bunu sağlayabilirsiniz tabii ki. Dolayısıyla illa eşitlik fenomenine uyduracağım diye Kur`an`ı çarpıtmaya kadar giden bir çarpılma durumu var. Neden oluyor bu? İşte bu eşitlik kavramını mutlaklaştırmaktan oluyor. Aynı şeyi özgürlük için de söyleyebiliriz. İnsan hakları için de söyleyebiliriz. Bu kavramlar temelinde biz Müslümanlığımızı baya baya bir kuşa çevirmiş durumdayız.

Kitap Okuma Rüzgarını, Modasını Yeniden Gözden Geçirmek Lazım!

Peki bu çarpılma ve çarpıtma atmosferinde özellikle biz gençlere söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Gençlere en başta tavsiyem şu: Bu dini kendi başınıza kitap okuyarak öğrenmeye kalkmayın. Kitap okumak insan olmanın sanki vazgeçilmez bir unsuru gibi. Oysa biz niye kitap okuyoruz? Bilgilenmenin bir vasıtası olarak kitap okuyoruz. Peki bilgilenmenin başka vasıtası yok mu?  Var. Bizim geçmişimizde, kültürümüzde biz kitap okuyarak bilgilenmedik. Dinleyerek, bizatihi ağızdan ağza, kulaktan kulağa şifahi bilgi ve kültür nakli vasıtasıyla bilgilendik.  İhtiyacımız kadar öğrendik, ihtiyacımızdan fazlasına itibar etmedik, ilgi duymadık. Çünkü ihtiyaçtan fazlasını öğrendiğiniz zaman o size bir yük olur, siz onun gereğini yapmak zorunda kalırsınız. Bizim geçmişimize bakın; insanlar iki gruba ayrılır: Âvam ve havas. Âvam kendi sınırını bilir. Fazla bilginin, fazla malumatfuruşluğun peşinde olmaz. Bir yanlış yaparım diye hep endişe eder. Yanlış bir şey söylerim, bilmeden bir pot kırarım, bir günah işlerim diye endişe eder. Onun için ihtiyaç duyduğu zaman gider, havas diye bildiği âlime sorar, velîye sorar, hocaefendiye sorar. İhtiyacı ne ise onu sorar, öğrenir ve döner gelir. Artık o insanın bilgilenme süreci burada bitmiştir. O amel etme sürecine bakar. Makbul insan çok bilen insan değildir. Makbul insan Allah katında az da olsa ihlasla, takvayla amel eden insandır. Tabii dengeler yerinden oynayınca, modern toplumda makbul insan kim oldu? Çok bilen insan, çok etiketli insan, çok maaş alan, çok tüketen insan oldu… Oturduğu zaman carcar konuşan, ahkam kesen, entelektüel kapasitesi yüksek insan makbul oldu. Bu yüzden okuma faaliyetinden önce diriltmemiz gereken bir metodun üzerine eğilmek lazım. Nedir o? Bir bilenden, Allah korkusuna sahip bir bilenden öğrenme usulünü, tarzını, metodunu ihya etmemiz lazım. Buna önem vermemiz lazım.

Bizden önceki nesiller sahih bir Müslümanlık yaşadılar. Dünyaları da mamur oldu, ahiretleri de mamur oldu. Biz gayri sahih bir İslâmi hayatın eşiğindeyiz, belki ortasındayız. Sebebi de modernitedir. Beynimizi, bilincimizi allak bullak etmiş durumda, dini sahih bir şekilde kavrayamıyoruz.

İkinci husus, özellikle dini hususlarda hayatımıza gerekli olanları yapalım, öğrenelim. Bizde bir ilmihal geleneği var, ilmihal kültürü var. Nedir o? Devasa fıkhi müktesebat içinde, esnaf Ali-Veli efendi,  köylü Hurşit efendi oturacak, içinde bulunduğu halin ilmini öğrenecek. Ziraat yapıyorsa ziraat ile ilgili, ticaret yapıyorsa ticaret ile ilgili, evlenecekse evlilik ile ilgili, boşanacaksa boşanmayla ilgili vs. Hangi haldeyse, fiilen ne yaşıyorsa, gündeminde ne varsa onunla ilgili ilmini öğrenecek. Bir kere insanda bu hassa kayboldu. İlm-i halini öğrenmeden dünyalar kuruyor, dünyalar yıkıyor. Kelam ilminin, itikad ilminin en çetrefilli meselelerine dalıyor. Eline alıyor bir Kur`an meali onu baştan sona okuyor, altlarını çiziyor, kenarına notlar alıyor. Ama adam ilmihalini bilmiyor. Almanya`da  böyle bir tecrübem oldu. İki saat mezhepler üzerine sohbet ettikten sonra gencin birisi söz istedi ve “Hocam güzel anlattınız, istifade ettik de, bir de bize şu demokrasi şirkinden bahsetseniz. Niye anlatmıyorsunuz insanlara? Demokrasi şirktir. İnsanlar demokraside yaşayınca şirke düşüyor” dedi. Bunun üzerine ben de “bahsedeyim ama senden bir ricam var. Şurada az önce bir namaz kıldık. Sen bana bu namazın vaciplerini bir sayar mısın?” dedim. Kıldığın namazın şartını, vacibini, sünnetini bilmiyorsun, amentü ilkelerini bilmiyorsun, sana birileri bir şey ezberletmiş ve şimdi gündeminde bu var. Dini ideolojileştirme gibi bir tehlike var. Din yaşanan bir şey değil, anlatılan bir şey, satılan bir şey tabir-i caizse.

Allah-u Teâlâ`ya inanıyorsan, iman ediyorsan bunun gereği senin amel etmendir. Azalarınla ve kalbinle amel etmendir. Azalarımızın amelinin dış dünyada görünen bir tarafı kısmen var diye yapıyoruz ama kalbimizle ilgili konu tamamen ihmal edilmiş durumda. İtikadi boyut ihmal edilmiş durumda. Din bizim için -hâşa- Marksizm gibi, Faşizm gibi, Nasyonal Sosyalizm gibi bir ideoloji. Biz bunun üzerinden kendimizi dünyada, bulunduğumuz ortamda anlamlı kılmanın yollarına bakıyoruz. Oysa din, birincil olarak insanın içinde yaşanan, hissedilen ve oradan dışarıya taşan bir şeydir. Bizim içimizde onun kökü yok, sadece kuru bir entelektüel söylem olarak dilimizde, bu kadar. Bu makbul Müslümanlık değil. İlmihalimizi öğreneceğiz, onun içinde akaid var, ahkam var, ahlak var, siyer var, tarih var, Kur`an var, Sünnet var. Her şey var. Ben pek çok arkadaşıma bunu söylüyorum. Belki bu söyleyeceğim şey sizi entelektüel bir tatmine götürmeyecek ama dünyanızı ve ahiretiniz kurtaracak: “Gidin Ömer Nasuhi Bilmen merhumun ilmihalini alın, okuyun, hazmedin, amel edin ve kurtulun kardeşim.”

Bir insana yetebilecek ne lazımsa o var orada. Ama hayır, gencimize bu yetmiyor. Niye? Çünkü orada hermönetik yok, bilmem Heideger yok, Fukuyama yok. Bu ne lazım sana? Ben buna entelektüel obezite diyorum. Şimdi günümüz insanı, özellikle gençlik aynen böyle, entelektüel obeziteyle malül. Kaldıramıyor o bilgiyi. Çünkü alt yapısı yok, zemini yok; saçmalamaya başlıyor. Bize lazım olanı öğrenelim. Özellikle ve öncelikle ahretimizi kurtaracak olan neyse onu öğrenelim. Onunla amel edelim ve kurtulalım. Şurada 40-50 sene varız, 40-50 sene sonra yokuz. Her işimizde bunu düşünerek hareket edelim. Özellikle dinle ilişkimizi bu zemine oturtmamız lazım. Bizden önceki nesiller sahih bir Müslümanlık yaşadılar. Dünyaları da mamur oldu, ahiretleri de mamur oldu. Biz gayri sahih bir İslâmi hayatın eşiğindeyiz, belki ortasındayız. Sebebi de modernitedir. Beynimizi, bilincimizi allak bullak etmiş durumda, dini sahih bir şekilde kavrayamıyoruz. Onun için -Allah kimseye taşıyamayacağı yükü yüklemez- ne kadar yapabiliyorsak o kadar yapıp, kurtulmaya bakmamız lazım. Gençlere tavsiyem bu olsun. Bir de İslâm hakkında konuşurken durduğunuz yerden çok emin olmayın. Sağlıklı bir zeminde duruyoruz demeyin. Kafanıza, beyninize ters gelen bir şeyler olduğu zaman hemen “bu böyle olmaz” diye kestirip atmayın. Kendi durumunuzun da tartışmalı olabileceği gerçeğini ve ihtimalini de göz ardı etmeyin.

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

Yazar: Konuşan: Süleyman Ragıp Yazıcılar
14-01-12
E mail: gencdergisi.com
 
 
Yorumlar: 2
ferdi
Sevgi, saygı ve şükranlarımla
Tarih : 30-06-12

Bu tür yazılara hasret olan kalbimin derinliklerinden "derin bir OHHH çekerek", bir nebze olsun gönül kulağımın arzuladığı sohbetleri canlı canlı dinler gibi olmanın hazzı teşekkürlerimi arz eder, benim gibi Ehli sünnet vel cemaat inancına bağlı olan herkesin aynı susuzlukla kıvrandığını bildiğim için, bu tür itikadi ve ameli yazıların devamını bekleriz.

 
uğurlu
Gönül selamı ile...
Tarih : 15-01-12

Hocamızın izahları ikazları ve kılavuzluk gayretleri muhakkak takdire şayandır. Ah söylediklerimizin ne anlama geldiğini layıkı ile bilebilsek; ifadelerimizin fayda ve zararlarını değerlendirebiliyor muyuz? Samimi bir şekilde nefs muhasebimizi yapıp ona göre icra-i fiil yapabiliyor muyuz? 'Nefsini bilen Rabbini bilir'. İnşallah nefsini bilme gayreti içersinde oluruz. Hocamızın samimi gayretlerinin mükafatını hem bu dünyada hem de ahirette görmesi dileğiyle.

 
GENÇLER ENTELEKTÜEL OBEZİTEYLE MALÜL!
Online Kişi: 32
Bu Gün: 58 || Bu Ay: 1.006 || Toplam Ziyaretçi: 2.226.997 || Toplam Tıklanma: 52.221.807