ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : / TEFEKKÜR
Okunma Sayısı: 615
Yazar: Mustafa Atikebaş
MODERNLEŞME ÜZERİNE

MODERNLEŞME ÜZERİNETürk/Türkiye modernleşmesi ne zaman başladı? sorusuna verilecek cevap, aynı zamanda Türk düşüncesinin kendisine yabancılaşmaya başladığı ve bununla beraber etkisi giderek artan bir hafıza kaybının yol açtığı tereddütlere de işaret eder.

(Elbette bu tereddütler birtakım tarihî zaruretlerin neticesidir; meşru görmeyebilir, fakat bir yere kadar mâzur görebiliriz.) Benim açımdan bu soruya bir çırpıda ve net bir cevap vermek mümkün görünmüyor; çünkü cevap olarak vereceğimiz tarih/kavram, yalnızca bizim Türk tarihine bakışımızın sığlığını ya da derinliğini değil, aynı zamanda modern ideolojilerden hangisiyle kuşatıldığımızı da açığa çıkarır. Diğer taraftan cevabımız bizim modernlik/modernleşme/modernizm ayrımına ilişkin sahih ve sarih bir nazarımızın olup olmadığını da gösterir. Şimdilik cevabım: “Bilmiyorum.”

Bugüne kadar yaptığım okumalarda Türk modernleşmesinin başlangıcı olarak kabul edilebilecek tarih ve/veya kavramlarla ilgili yaptığım listenin oldukça kabarık olduğunu fark ettim: 1571, 1699, 1789, 1839, 1876, 1908, 1923… ya da yivli tüfek, ulus-devlet, Nizâm-ı Cedid, yeniçeri, gazete, anayasa, fes/şapka… Yedişer maddeden oluşan bu listenin her iki ucuna en az yetmişer madde daha eklenebilir ve hiç de tuhaf olmaz. Çünkü her birinin kendi içinde tutarlı birtakım gerekçeleri var. Anladım ki sosyal bilimlerde bazı sorular cevaplarından daha kıymetli. Çünkü bazı soruların nesnel cevabı yoktur. Hatta üzerinde konuştuğumuz meselenin sosyoloji, tarih, iktisat, edebiyat, siyaset gibi alanlarla doğrudan ilişkisi düşünülürse verilecek cevabın nesnellik iddiası hepten boşa çıkar. Belki de bazı soruların herhangi bir cevabı yoktur yahut olmamalıdır.

Çok defa, bir soruya cevap verememenin başlı başına bir sorun olduğunu düşünürüz. Cevaplayamadığımız bir soru bizde eksiklik duygusu uyandırır. Hele bir de diplomamız varsa, yani bize, piramidin tepesinde “kendini gerçekleştirme” olduğu öğretilmişse ne yapıp edip bir cevap buluruz; böylelikle eksiğimizi tamamlarız. Oysa münevver/entelektüel, kendisini daima eksik hisseden kişidir; amacı tamamlanmak değil, tekâmül etmektir. Öyle olduğum için değil, öyle olanlarla meşgul olduğum için biliyorum. Hâlbuki yarı-aydınlar tereddüt, şüphe nedir bilmezler; kendilerinden emin şekilde her soruya ‘şak diye’ cevap verirler. Onlarla meşgul değilim, fakat -onlara-maruz kalıyorum.

Yukarıdaki soru benim için tam yirmi yıllık bir soru. 2001 ve 2021 yılları arasında benim Türk/Türkiye modernleşmesiyle alâkalı okuduğum onlarca kitaptan (İlki Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, sonuncusu Besim F. Dellaloğlu, Modernleşmenin Zihniyet Dünyası: Bir Tanpınar Fetişizmi) çıkardığım sonuç, sosyal bilimlerde her soruya net bir cevap vermenin pek de matah bir şey olmadığı… Nasıl ki her tanım, tanımladığımız kavrama ilişkin bir sınırlama içeriyorsa, her cevap da soruya, soruna ilişkin bir tür bariyer işlevi görüyor. Evet, bir tatmin sağlıyor, fakat aynı zamanda soru/n/un peşindeki yürüyüşü durduruyor.

Modernleşiyorum demek modern olmadığının kabulü demektir. Modernleşmecilerin pek çoğu, bu durumun, yani modern olmadıkları/olamayacaklarının idrakinden bile yoksundur. Çünkü modernlik, bizim bugün Batı diye tanımladığımız Hristiyan-Avrupa’nın belli bir tarihi dönemine işaret eder. Batı’nın ufuklarını (Modernleşemediği için uzun süre görmezden gelinen Mehmet Akif olsa garbın afakını derdi) saran aşağı yukarı beş yüz yıllık bir tarihi vetîredir modernlik. Eğer soruyu Batı modernliği için sorsaydık Rönesans cevabını vermek zor olmazdı. Zira bu soru Batı için anlamlı bir sorudur ve bir insana ‘ne zaman doğdun’ diye sormak gibidir. Aitlik, sahiplik içeren bir soruya cevap vermek kolaydır. Modernlikle biz doğrudan ilişki kura/ma/z/dık. Modernleşme ise bizatihi yaşamak zorunda kaldığımız, fakat daima eğreti duran bir hazır elbise gibi bir türlü üstümüze oturtamadığımız bir kavram.

Besim F. Dellaloğlu’nun bahsettiğim kitabında anlattığı bir hatırası bizim modernleşme maceramızın hülâsası gibi. Turist rehberliği yaptığı dönemde bir Fransız’ın Topkapı Sarayı’ndaki bir kitabeyi okumasını istemesi üzerine verdiği cevap manidar: “Bilmiyorum.” Fransız’ın şaşkınlığını tahmin etmek zor değil.

“Bizim gibi az gelişmiş ülkeler” şeklinde başlayan cümlelerden hiç hoşlanmıyorum. Çünkü modernlik/modernleşme/modernizm bağlamında bizim gibi olan, bize benzeyen başka bir ülke yok. Bu yüzden Dellaloğlu’nun hatırası bir bakıma hepimizin hatırasıdır. Peyami Safa, “Yeryüzünde bir tek memleket gösterilemez ki, orada gençler kazara milli kütüphanelerine girerlerse bir tek eser okuyamadan çıkıp gitsinler.” diyor. Fransız’ın şaşırmasına şaşırmamak lazım! Anlaşılan bu hatıra yazarın meseleye bakışını tümden ve müspet biçimde etkilemiş; öyle olmasaydı “bilmiyorum” itirafıyla başlayan idrak böyle sahih bir eser ortaya koyamazdı.

Gerçekten de bu ‘okuyamama sendromu’ uzun zamandır “mezar taşını okuyup da ne yapacaksın?” kolaycılığıyla ele alındı. Hâlbuki asıl sorun kitabeyi ya da mezar taşını okumak/okuyamamak değildir (Eski yazıyı bilen ortalama birisi de bunların pek çoğunu okuyamayabilir). Sorun hafıza kaybı ve hatıra yoksunluğudur. Sorun, Fransız’ın dedesiyle kurduğu bağı, bizim kuramamamızdır. Onun yüzyıllar öncesindeki Aristo’yla konuşabilmesi, bizimse yüz yıl önceki Halid Ziya ile konuşamamamızdır. Batı, kendi modernliğini geçmişini hatırlayarak kurdu. Rönesans, bu anlamda oldukça irticai bir harekettir. Türk modernleşmesi ise unutarak modern olacağı yanılgısına düşmüştür.

Bu yönüyle modernleşme bizde hep bir çocukluk/gençlik bunalımı şeklinde tezahür etmiştir. Tanpınar, gençliğinde katıldığı Edebiyat Muallimleri Kongresi’nde, eski edebiyatımız müfredattan kaldırılsın, demişti. İşte modernleşmenin bizim gencimiz üzerindeki tesiri budur. Tanpınar, sonradan bu bunalımı atlatmış, hatta edebiyatımızın belki de ilk modern yazarı olmayı başarabilmiştir. Gençlerimizin hepsi Dellaloğlu ya da Tanpınar kadar şanslı olmayabilir. Bugün bile pek çoğu eski yazımızı ve eski edebiyatımızı tarih öncesi şeyler zannediyorlar. Üniversitelerimiz yabancı dille eğitime gösterdikleri itinayı eski yazımızı, eski edebiyatımızı öğretmeye gösterirlerse hiç değilse bundan sonra Fransız’ları şaşırtmayız.

Batı’da modernliğin tenkidini yapabilenler ‘Batı’nın modernleşmecileri’ tarafından görmezden gelinmiştir. Kant, Bergson, Nietzcsche … Türk modernleşmecileri ise hem bunları hem de bu isimlerle temas etmiş ve bir şekilde onların Batı’da yaptığı eleştirinin bir benzerini Türkiye’de yapan isimleri görmezden gelmişlerdir. Bugün bizim okumakta/anlamakta geç kaldığımız Yahya Kemal, Cemil Meriç, Tanpınar gibi isimlerin başına gelen budur. Tuhaftır, bu isimler modernleşmenin iğvâsına kapılmadıkları için muhafazakâr addedilmişlerdir. Doğru, fakat eksik bir hükümdür bu; çünkü neyi muhafaza edeceğini seçerek, ayıklayarak kabul etmek aynı zamanda modernliktir. Şöyle ki, herhangi bir modernleşmecinin ağır aksak konuşabildiği Fransızcayı ana dilleri gibi bilirler. Paris’le, Eyfel Kulesi önünde fotoğraf çektirmekten daha fazla rabıtaları vardır. Fakat eski yazıyı da bilirler. Hatta bir modernleşme projesi olan Harf Devrimi’ne rağmen o yazıyı kullanmaya devam da etmişlerdir. Evet, yaşama şekilleri değişmiştir, İslam’la bağlantıları amel noktasında zayıflamıştır belki, fakat inanmaya devam etmişlerdir. O fikirden bu fikre geçmişler, tökezlemişler, kafaları karışmış fakat kendiliklerini yitirmemişlerdir. Yani, Tanpınar’ın söylediği gibi “Değişerek devam etmişler, devam ederek değişmişlerdir.”

Modernleşmenin ne zaman başladığını hâlâ bilmiyorum. Nasıl geliştiğini anlamaya çalışıyorum. Bugünden bakınca, sonuçları üzerinde yeterince durmadığımızı görüyorum. Batılı ya da doğulu olma kompleksimizi bir tarafa bırakabilirsek batıcı ya da doğucu olmamıza lüzum kalmayacağını fark edeceğiz. Geniş bir coğrafyada ilmek ilmek dokuduğumuz büyük bir medeniyete sahibiz. Hafızamızı tazeleyip geçmişimizle bağ kurmak zorundayız. Modern Batı öyle yaptığı için değil, ‘kendimiz’ olmak için.

Bir şairin ya da yazarın “aşılamaz” olduğuna inanmıyorum. Her devir ve her şahıs aşılabilir elbette. Fakat bu iyimserliğim, şiirimizin Yahya Kemal’i, düşüncemizin Cemil Meriç’i, romanımızın Tanpınar’ı aşamadığını söylememe engel değil. Aşmak için yere basmak gerekir. Hafızamızı tazelediğimizde neyi hatırlamamız gerektiğini bileceğiz: “Kendimizi.”

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

Yazar: Mustafa Atikebaş
02-03-21
E mail: tyb.org.tr
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
MODERNLEŞME ÜZERİNE
Online Kişi: 14
Bu Gün: 324 || Bu Ay: 8.928 || Toplam Ziyaretçi: 2.200.355 || Toplam Tıklanma: 51.932.913