ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : / ÎMAN VE İSLÂM
Okunma Sayısı: 5603
Yazar: Dr. Ebubekir Sifil
MEALLERLE YENİ BİR DİN TASAVVURU İNŞA ETME (Mustafa İslamoğlu'nun Mealini tenkid) 2

"İman etmek", "imana ulaşmak", "mü min olmak"

4. 2/el-Bakara, 24 deki "Fe in lem tef alû ve len tef alû…" şöyle meallendirilmiş: "Ama eğer
şimdiye kadar (bunu) yapamadınızsa, bundan böyle de asla
yapamayacaksınız demektir…"

Kur an, bir suresinin benzerini getirmeleri konusunda kâfirlere meydan okuyor.
Meali zikredilen ayetin evvelinde şöyle buyuruluyor: "Eğer kulumuza
indirdiğimiz Kur an dan şüphede iseniz, haydi onun gibisinden bir sure
meydana getirin ve Allah tan başka güvendiklerinizin hepsini çağırın.
Eğer (sözünüzde) sadıksanız bunu yapın." Bu meydan okuyucu çağrının
arkasından da şöyle buyuruluyor: "Eğer bunu yapamazsanız –ki hiçbir
zaman yapamayacaksınız–, o halde yakıtı insanlarla taşlar olan,
kâfirler için hazırlanmış o ateşten sakının."

İslamoğlu nun meallendirme tarzında, kâfirlerin çağırıldıkları şeyi ilkin yapamamış
olması, daha sonra da yapamayacaklarının delili kılınmış.
"… şimdiye
kadar (bunu) yapamadınızsa, bundan böyle de asla yapamayacaksınız
demektir…"
ifadesi, şart ve cevap cümleleri olarak birbirine bağlanmış
mürekkep bir cümle. Oysa ayette, başında şart edatı olan "in"in yer
aldığı cümle devam ederken "ve len tef alû" (ki hiçbir zaman
yapamayacaksınız) şeklinde bir cümle-i i tiraziyye geliyor (başındaki
"i tiraziyye vavı" bunu açıkça gösteriyor), ve bunun arkasından şartın
cevabı "fe" ile başlayan "fe ttekû n-nâr…" cümlesi yer alıyor. Şart ve
cevabının atlanmasıyla ve dahi "gelecek zamandaki olumsuzluğu anlatan
"len" edatının vurgusunun da işlevsizleştirilmesiyle ortaya çıkan bu
çeviri hatası, hiç yoktan ortaya bir sebeb-müsebbeb ilişkisi çıkarıyor!

Sanki Allah Teala, kâfirlerin, Kur an ın bir benzerini
getiremeyeceklerini, şimdiye kadar getirmemelerine bakarak anlamış
gibi!!
"Yapamadınız, yapamayacaksınız da" ile "Yapamadınız, demek ki
yapamayacaksınız" arasındaki farkı fark etmek için özel bir çaba
gerekmiyor…


5.
2/el-Bakara 25 teki "Ellezîne âmenû"yu "İmana ulaşanlar" olarak
çevirmek nasıl bir gerekçeye dayanır?
(Esed: "İmana ermiş olup …")
"Gerekçe kısmında" zikretmediği için İslamoğlu nun bu çevirisinin
hikmetini anlama imkânından mahrumuz.
Ama bir husustan eminiz ki,
"imana ulaşmak" ile "iman etmek" aynı şey değildir.
"İmana ulaşmak",
imana götüren verilere ulaşmak, imanı tanımaktır; belki iman etme
sürecinin başlangıcıdır. "İman etmek" ise kalbî bir itminanla iman
edilecek umdeleri tasdik ve ikrar etmektir; imanın kalbe yerleşmiş
olması halidir yani. "Eve varmak"la "evin içinde olmak" arasındaki fark
gibi…


Her ne kadar İslamoğlu 4/en-Nisâ, 136. ayetine düştüğü notta et-Taberî yi
referans göstererek Kur an ın "ellezîne âmenû" formu ile "mü minûn"
formunu farklı anlamlarda kullandığını söylerse de, et-Taberî,
4/en-Nisâ 136. ayetinin tefsirinde tamamen farklı şeyler anlatır.
Orada
söylediği kısaca, "Ey iman edenler, (…) iman edin" ayetinin, kendi
kitaplarına iman ettikleri iddiasındaki Ehl-i Kitab ın, bu iddialarında
doğru olabilmeleri için Kur an a ve Efendimiz (s.a.v) e de iman
etmeleri gerektiğidir.

Kur an ın "ellezîne âmenû" formu ile "mü minûn" formunu farklı anlamlarda
kullandığı iddiasının bizzat Kur an ayetlerindeki kullanımdan
delillendirilmesi mümkün değildir. Zira pek çok ayette bu iki formun
bir arada ve aynı zümreyi anlatmak üzere geçtiğini biliyoruz.
Aşağıda
bunların küçük bir dökümü verilmiştir:

*
"Ey iman edenler (ellezîne âmenû)! Allah ın size helal kıldığı temiz
şeyleri (siz) kendinize haram kılmayın. Aşırı da gitmeyin; çünkü Allah
aşırı gidenleri sevmez. Allah ın size helal ve temiz olarak verdiği
rızıklardan yiyin ve kendisine iman etmiş olduğunuz (mü minûn)
Allah tan korkun.[6]

*
"İman edip (ellezîne âmenû) hicret eden ve Allah yolunda cihad
edenlerle onlara kucak açıp yardım edenler var ya, işte gerçek
mü minler (mü minûn) onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır."[7]

*
Mü minler (mü minûn) o kimselerdir ki, Allah a ve Peygamberi ne iman
etmişlerdir (ellezîne âmenû). Onlar o Peygamber ile ortak bir iş
üzerindeyken O ndan izin istemedikçe bırakıp gitmezler…"[8]

Bu örnekler, İslamoğlu nun bu keşfinin, Kur an tarafından desteklenmeyen
bir "farklılık arayışı" çabasının ürünü olmaktan başka bir anlam
taşımadığını ortaya koymaktadır.


Ama bu maddenin başındaki soru hala geçerliliğini koruyor: "ellezîne âmenû" niçin "imana ulaşanlar " demektir?

6.
2/el-Bakara, 34: "İşte o zaman meleklere demiştik ki: "Âdem(oğlu) için
emre âmâde olun. İblis hariç hepsi emre âmâde olmuştular." (Aynı emri,
buradakiyle aynı lafızlarla geldiği başka yerlerde, mesela 17/el-İsrâ,
61 de ise "Adem e secde edin" diye, 7/el-A râf, 11 de –kendi tabiriyle
"lam-ı leh vurgusuyla"– Âdem(oğlu) lehine emre âmâde olun" diye
çevirmesinden hasıl olan garabet üzerinde durmuyorum.)
(Esed: "Sonra
Meleklere "(Haydi!) Adem in önünde yere kapanın" dediğimizde…")

Bu meallendirmede dikkatimizi çeken husus, "secde" emrinin "emre amade
olmak" şeklinde verilmesi.
Acaba meleklerin Hz. Adem (a.s) ın veya
Ademoğlunun emrine amade olması İslamoğlu için ne ifade ediyor? "Emre
amade olmak" tabiri, birinin emri altına girmeyi, her emrini yerine
getirmeye hazır olmayı ve emrinden çıkmamayı ifade eder. Meleklerle
insan arasında böyle bir ilişki mi var?..

Adem e secde nin bir "ibadet secdesi" değil, "tahiyye secdesi" olduğunu ve
bizzat ibadet secdesinin mercii tarafından emir buyurulduğunu söylemek
varken
bu saçma sapan tekellüfün mantığı nedir?..

 

"Namaz" mı, "dik durmak" mı?
7.
2/el-Bakara, 45 deki "sabır" ve "namaz"ın nasıl olup da "direnme"ye ve
"dik durma"ya dönüştüğü gerçekten merak konusu.
Kök anlamlardan yola
çıkarak ıstılahları keyfemâyeşâ sıradan kelimelere dönüştürmek sadece
yanlış değil, aynı zamanda "tehlikeli"dir![9]

Öte yandan bu ayette sabır ve namazla Allah Teala dan yardım istemesi
tavsiye edilenlerin kime "direnmeleri" ve hangi olay karşısında "dik
durmaları" istenmektedir?
İsrailoğulları na hitapla başlayan ayetler
arasında yer alan bu ayet kime hitap etmektedir? Akıp giden bağlam esas
alınacak olursa hitabın İsrailoğulları na yönelik olarak kabul edilmesi
mümkün. Eğer bu doğruysa, İsrailoğulları kime ve neye karşı direnerek
ve dik duruş göstererek Allah Teala dan yardım isteyecektir? Şayet
hitap Medine de hakimiyeti ellerinde bulunduran Mü minler e ise, hangi
baskı karşısında direnip dik duruş sergileyeceklerdir?..

Kök anlamından yola çıkarak herhangi bir kavrama farklı yerlerde farklı
anlamlar yüklemek bir noktaya kadar ve belli kıstaslar çerçevesinde
kabul edilebilir. (Bu kıstasları kabaca kök anlam/bağlam ilişkisi,
fasih Arapça’daki kullanım, nakil/rivayet unsuru olarak
çerçeveleyebiliriz.) Ancak yapısı gereği anlamı “tahsis ve tayin edici”
özelliğe sahip olduğunu göz ardı ederek kavramları bu örnekte
gördüğümüz tarzda yerinden oynatmak, başka değil, sadece "tahrip"le
sonuçlanacak bir eylem olacaktır.

İşbu "salât" kelimesi İslamoğlu mealinin en fazla tahrip ettiği kavramlardan
birisi olarak üzerinde özel olarak durulmayı hak ediyor.
Aşağıda
Yetersizlikler arabaşlığı altında bu nokta üzerinde kısaca duracağım.

Allah a saygı duymak

8.
Aynı ayetteki "hâşi în" kelimesinin "Allah a saygı duyanlar" olarak
çevrilmesi, evvelindeki operasyon ile birlikte ele alındığında ayrı bir
"inşa" faaliyeti olarak dikkat çekiyor. Buradaki "huşû’" mü min
şahsiyetinin ayrılmaz bir parçası olarak namaz dışında da mevcut olması
gereken, ama namaz içinde zirve noktasına ulaşan bir "hal"dir ki,
kısaca "kemal-i tevazu ile Yüce Allah ın emirlerine boyun eğmek,
el-Mütekebbir in huzurunda mütezellilane boyun eğmek" anlamlarını
muhtevidir. Bu anlamda sadece Allah Teala ya karşı arz-ı ubudiyet
bağlamında kullanılabilir. Dolayısıyla mü min, Allah Teala dışındaki
hiçbir güç sahibine, hiçbir otorite ve makama "huşu" duymaz.
Bunu, bu
kelimenin Kur an da sadece Allah Teala nın kudreti, azameti, celali ve
büyüklüğü karşısında insanın yaşadığı, yaşayacağı, yaşaması gereken
tezellül, korku ve inkıyad hali olarak geçiyor oluşu da güçlü biçimde
desteklemektedir. Bu öyle bir "hal"dir ki, el-Buhârî nin naklettiği
Kays b. Ubâd rivayetinde olduğu gibi[10] insanın yüzüne yansır.

Hadis metinlerinde de bu kelimenin bu anlam dışında kullanıldığını görmek mümkün değil.[11]
Efendimiz (s.a.v), kendisinden sonra ilmin alınıp kaldırılacağını haber
verdiği zaman Sahabe, Kur an ı kendilerinin okuyup, kadınlara ve
çocuklara da okutup öğrettikleri halde ilmin nasıl olup da
kaldırılacağı sorusuna, Tevrat ve İncil in de Yahudi ve Hristiyanların
elindeyken onlara bir fayda sağlamadığını hatırlatarak mukabele etmişti.[12]
Büyük sahabî Ubâde b. es-Sâmit in, bu hadisin ne anlama geldiği
sorulduğunda, "İnsanlardan ilk kaldırılacak olan ilmin "huşu" olduğunu
söylemesi
[13] anlamsız değildir. Zira huşu, kalbin amellerinden olarak belli bir hususiyeti olan bir kavramdır.

Bu sebeple kimse kimseye saygı duyduğu için ağlamaz, ama kul Rabbinden
huşu duyduğu için gözyaşı döker.
Kimsenin kimseye "saygı"sı yüzüne ve
genel ahvaline yansımaz, ama "huşu" sahibi bir kulun bütün
davranışlarında bunun izini görmek mümkün olur. Huşu kalp kaynaklı
olmakla ancak gönüllü yaşanabilecek bir "hal" iken; insan içinden
gelmeyerek de saygı duyabilir. Ve nihayet saygının varlığı için sevgi
şart değildir; ama mahabbetsiz bir huşudan söz etmenin imkânı yoktur!..

Elmalılı merhumun huşu hakkında yaptığı –yazıyı uzatmamak için buraya almadığım– nefis açıklamanın[14] mutlaka okunması gerektiğini söyleyerek, huşu hakkındaki bu kısa
izahatın üstüne, ilgili ayetin mealini tekrar okumanın, nasıl bir
yapı-bozumu operasyonu ile karşı karşıya olduğumuzun anlaşılmasına
yardımcı olacağını söyleyebiliriz:


Aslı: "Sabır ve namaz ile Allah tan yardım isteyin. Elbette bu, huşu sahiplerinden başkasına ağır gelir.

İslamoğlu'nun meali: "Direnerek ve dik durarak yardım isteyin. Ancak bu, Allah a saygı duyanlardan başkasına ağır gelir."

9.
Aynı ayete düşülen notta, "salat" kelimesiyle üç şeyin de kastedilmiş
olabileceği söyleniyor ve bunların, şer î manası olan "namaz", sözlük
manası olan "dua", kök manası olan "dik duruş" olduğu belirtiliyor.

Bu ayette geçen "salat" kelimesinin bu anlamlardan hangisinin karşılığı
olduğunun delili, karinesi nedir? sorusunun meal yazarında bir
karşılığı var mıdır, bilemem; ama meale yansıyan "dik duruş" olduğuna
göre, yazar nezdinde ağır basan ihtimal belli ki o. Ancak İmam
et-Taberî nin de vurguladığı gibi, sözden anlaşılan zahir anlamın,
sıhhatine delil bulunmayan batın anlama feda edilmesi caiz değildir.

Bunu yaptığınız zaman ortaya çıkan kaygan zeminde ne "huşu"yu, ne
namazla ilişkisini, ne de Efendimiz (s.a.v) in sıkıntılı durumlarda
namaza koşmasını/iltica etmesini izah edebilirsiniz. Geriye, zihninizi
yapı-bozumuna uğratmasına izin verdiğiniz meal yazarının
yorumlarına/anlayışına teslim olmaktan başka bir seçeneğiniz kalmaz!


İşbu "salât"a "dik duruş" anlamını giydirebilmek için İslamoğlu' nun özel bir
çaba sarfettiği görülüyor.
Söylediklerinden, kelimenin kök anlamında
mevcut bir vurgunun öne çıkarılmasından ibaret bir tesbit olduğu
izlenimi ediniliyor. Ancak gerek Kur an ın bu kelimeye verdiği
anlamlarda, gerekse İslamoğlu nun kelimenin kök anlamı için zikrettiği
kaynaklarda böyle bir hususa rastlamak mümkün değildir.
Burada
"operasyon" şöyle yürüyor:
Önce "salât" kelimesinin kökünü teşkil eden
"salâ"nın anlam örgüsü içinde "dik durma"yı sağlayan "omurga"nın
varlığı tesbit ediliyor. Arkasından, omurganın insanın dik tutmasına
gönderme yapılarak, namazın da insanın dik durmasını sağlayan bir
ibadet olduğu sonucuna ulaşılıyor. Sonra "salât" kelimesinin geçtiği
muhtelif yerlere, meal yazarının uygun gördüğü kök anlam unsurları
yerleştiriliyor.

Bu "operasyon"un karakteristik özelliğini oluşturan "omurga-namaz-dik
duruş" ilişkisinin izini sürmek üzere sözlüklere müracaat eden merak
sahiplerini burada da enteresan "sipariş"ler bekliyor. Söz gelimi
20/Tâ-Hâ, 14 e düşülen 3 numaralı notta, bu ilişki için Lisânu l-Arab
ve Tâcu l-Arûs tan tesbit edilen kök anlam şöyle veriliyor: "Salât ın
türetildiği kök anlam olan es-salâ, insanın baş kökünden kuyruk
sokumuna kadar dik durmasını ve oturmasını sağlayan omurgasına veya
oyluklarına verilen isimdir."

Burada geçen ve "bacağın, dizden kalçaya kadar olan kısmı"nı anlatan
oyluk/uyluk anlamı, "omurga"nın yanında ancak ikincil bir unsur olarak
zikredilmiştir. Zira meal yazarının "salât" kelimesinin izahını yaptığı
hemen her yerde önde olan "omurga" metaforu ve buradan elde edilen "dik
duruş" kalıp-ifadesidir (Bkz. 20/Tâ-Hâ, 14 e düşülen 3 numaralı not;
87/el-A lâ, 15 in 15 nolu notu).

Sözlüklere (İslamoğlu nun zikrettiklerine ve diğerlerine) "durum nedir" diye
baktığınızda, bu "operasyon" ile ilişkili olarak görebileceğiniz anlam
şudur:
"Salâ", insanın ve dört ayaklıların sırtının ortası; kalçadan
aşağısı, hayvanın kuyruğu ile anüsü arasındaki bölge, kuyruğun sağında
ve solunda bulunan bölgeler.
[15]

Acaba "salat" kelimesinin kök anlamları arasında İslamoğlu niçin bunları
"namaz" ve "salavat" kavramlarını buharlaştıracak tarzda öne çıkarır da
diğer kök anlam unsurlarına hiç iltifat etmez?
Yukarıdakilere ilaveten,
ateşe atmak, ısıtıp şekil vermek, zarar vermek… gibi unsurlar da
kelimenin kök anlamı içinde zikredilmektedir.


Görebildiğim kadarıyla İslamoğlu, kelimelerin kök anlamlarıyla iştigal etmeyi,
onlardan yola çıkarak yeni anlamlara ulaşmayı eğlenceli buluyor. Bunun,
okuyucu nezdinde meal yazarının "dile vukufiyeti" konusunda güçlü bir
kanaat oluşturacağı açıktır ve meal yazarı da bunun farkındadır.
Buna
bir yere kadar tolerans gösterilebilir. Ancak iş gelip "kavramlarla
oynama" sınırına dayandığında, bu "eğlence", hem meal yazarı, hem de
okuyucular açısından "tehlike" alamı ifade etmeye başlar.
İlk akla
geliveren örnek, "salavat" kelimesidir. Sahih hadisler, "Allah ve
melekleri Nebi ye salat eder. Ey iman edenler! Siz de O na teslimiyetle
salat ve selam getirin"(33/el-Ahzâb, 56) ayeti nazil olduğunda
Sahabe nin, bu salatın nasıl yapılacağını sorduğunu, Efendimiz
(s.a.v) in de buna, "Şöyle deyin: Allâhümme salli alâ Muhammedin…"
buyurarak mukabele ettiğini haber veriyor.[16]

Şimdi siz bu hadisleri görmezden gelerek "salavat"ın anlamlarından birisine
abanırsanız, yaptığınız iş sadece bazı insanlara "meğer Peygamber e
salat-u selam getirmek diye birşey yokmuş" dedirtmekle yahut
mü minlerin, Peygamberlerinin adı anıldığında ona ta zimle salat-u
selam getirme hassasiyetini kaybettirmekle sınırlı kalmaz; Hz.
Peygamber (s.a.v) ile ümmeti arasındaki ilişkinin mahiyetine,
dolayısıyla "Peygamber algısı"na kadar uzanan bir süreci başlatır!

Ümmet in Peygamber iyle ilişkisinde zaman içinde kimi arızalar vuku
bulmuş olabilir, kimi hassasiyetler zamanla etkisinden bir şeyler
yitirmiş olabilir. "Peygamber e salat-u selam getirme" anlayışının
içinde O nun sünnetinin ihyası ve hassasiyetle yaşanması da vardır.
Burada meydana gelmiş bir arıza söz konusuysa, bunun tamiri "Sünnet
bilinci"nin temel unsurlarından birine ilişmekle kaim değildir.
Salevatın kök anlamlarıyla ilişkisini kurarken, müsteşriklerin
yapı-bozucu faaliyetleriyle paralel seyreden bir edayla terim anlamını
berhava etmek yerine, bizzat Efendimiz (s.a.v) tarafından tesis edilmiş
yapıyı tahkim etmek temel amaç olmalıdır…

"Yakîn" mi, "kesin gözüyle bakmak" mı?

10.
Bir sonraki ayetin, bu ayete "Ama" ile bağlanmasındaki sırr-u hikmeti
ben anlamadım, anlayan varsa izah ediversin:
"Direnerek ve dik durarak
yardım isteyin! Ancak bu, Allah a saygı duyanlardan başkasına ağır
gelir. Ama (Allah a saygı duyanlar), Rablerine kavuşacaklarına ve
sonunda O na döneceklerine kesin gözüyle bakarlar."

Son cümleye dikkat ettiniz mi? "Allah a saygı duyanlar, Rablerine
kavuşacaklarına ve sonunda O na döneceklerine kesin gözüyle bakarlar."
İnsan hangi durumlarda bir işe kesin gözüyle bakar? Elimizde
"delil/hüccet değil de, sadece "karine"lerin bulunduğu durumlara,
mesela hastanın iyileşeceğine, yağmurun yağacağına, beklenen otobüsün
falan saatte geleceğine… kesin gözüyle bakarız. İncelik şurada ki, ne
hastanın iyileşeceğinden, ne yağmurun yağacağından ne de otobüsün
beklediğimiz saatte geleceğinden yüzde yüz nisbetinde emin olamadığımız
için, beklentimizin gerçekleşeceğine kesin gözüyle bakarız.

"Kesin gözüyle bakma" cümlesi, hakkında kullanıldığı her işte bir
"beklenti"nin olduğunu, ama küçük de olsa bir yanılma/aksama payı
bulunduğunu ve bundan kaynaklanan "emin olamama" durumunu anlatır.

Bunun sebebi, sonuç hakkında önceden yapılmış bir açıklamanın,
duyurunun ve verilmiş bir garantinin bulunmamasıdır.

Dolayısıyla Allah a saygı duyanların O na döneceklerine kesin gözüyle bakmaları
ile, huşu sahibi mü minlerin ahirete yakînen iman etmeleri arasında en
az iman ile şüphe arasındaki kadar fark vardır!..

Bataklık meselesi

11.
2/el-Bakara, 50: "Bir zaman da suyu sizin için açmış…" İslamoğlu bu
ayete düştüğü notta şöyle diyor: "Kur an da İsrailoğulları nın geçip
Firavun un boğulduğu bu su "bahr" ve "yemm" olarak anılır. Arapça olan
"bahr" Arapça olmayan "yemm" ile birlikte düşünülmelidir. Eski Ahid in
İbranice metninde bu su "Yem Suf" olarak geçer. "Saz Denizi" anlamına
gelen bu ibareyi Kutsal Kitap yorumcuları Kızıldeniz olarak yorumlar.
Fakat "saz" bitkisi yalnız tatlısu bataklıklarında yetişir. Sonraki
yorumculara göre bu yerin Mısır ın kuzeydoğusunda sığ bir göl ya da
Kızıldeniz in hemen kuzey ucu ile daha kuzeydeki göller arasında o
dönemde var olan su yolu üzerinde bir saz bataklığı olduğu sanılır.
Olay Eski Ahid de anlatılırken Musa nın elini denizin üzerine uzatması
üzerine bütün gece çok güçlü bir biçimde esen batı rüzgârının denizi
kara hâline getirdiği ifade edilir. Boğulma olayının "saz denizi" adı
verilen tatlısu bataklığında gerçekleştiğini Tâhâ 78 zımnen teyit eder."

Burada gördüğümüz "gerekçe"yi İslamoğlu nun "Yahudileşme temayülü" olarak
ifade ettiği durumun şümulüne sokabilir miyiz? Kararı siz verin:

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

 


Yazar: Dr. Ebubekir Sifil
26-11-10
E mail: gizlenenler.com
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
MEALLERLE YENİ BİR DİN TASAVVURU İNŞA ETME (Mustafa İslamoğlu'nun Mealini tenkid) 2
Online Kişi: 24
Bu Gün: 231 || Bu Ay: 1.871 || Toplam Ziyaretçi: 2.229.320 || Toplam Tıklanma: 52.245.253