ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : EDEBİYAT / TENKİD
Okunma Sayısı: 10602
Yazar: İbrahim Paşalı
DÜCANE CÜNDİOĞLU'NU ARA SOKAKLARA GERİ ÇAĞIRMALI

DÜCANE CÜNDİOĞLU'NU ARA SOKAKLARA GERİ ÇAĞIRMALI“Yarabbim, kaç yıldır uzun yaşamış bir Türk’ün kendini inkâr etmeden ölümünü göremiyoruz.” Ahmet Hamdi Tanpınar

“Muhafazakârlar” onu eleştiriyorlarmış… Onu zamanımızın Şeyh Sanan’ı zannedip eleştirenlerle karıştırılmak istemem. Aksine, ben, “Dücane Abi”ye Şeyh Sanan olamadığı için teessüf ediyorum. Acelesi olanlar için tek cümleyle söylersek, yazının özeti bu hayal kırıklığıdır.

Şeyh Sanan’ın kim olduğunu açıklamaya gerek var mı? Fatih, Eyüp ve Üsküdar’ın muhafazakârları Şeyh Sanan hikâyesinin kıymetini anlamamış olabilirler. Fakat Beyoğlu, Beşiktaş ve Kadıköylülere Şeyh Sanan Efendi’nin meşhur ‘varoluşçu’ hikâyesini anlatmaya niçin gerek olsun?

Yahya Kemal’in “ezansız semtler” dediği bu seçkin muhitlerde yaşayanlar, Cumhuriyet’in şehirli Müslümanlarıdırlar. Kültüre büyük önem veren, çok kitap okuyan, okurken doğu-batı veya eski- yeni diye ayrımcılık yapmayan, çok seslilikten zevk alan, ötekileri “(hoş)gören” insanlar oldukları söylenir. Öyleyseler eğer, Şeyh Sanan’ın varoluşçu hikâyesini, Küçük Prens’in hikâyesi gibi zevkle okumaya doyamamış olmalıdırlar. Eminim, bu hikâyeyi de ezbere biliyorlardır.

Sözün başında ikinci bir uyarıyla, Dücane Cündioğlu’nu yeni keşfedenlerin, yani kendisini yirmi yıl geriden takip edenlerin, başka bir hataya daha düşmesine mani olalım. Onu taklit ederek, biraz mübalağayla söyleyecek olursak: Cündioğlu, yaklaşık yirmi yıldır, neredeyse her yazısında, her kitabında Müslümanları/İslamcıları eleştirmiştir. Zannedildiği gibi, bu yeni bir durum değildir. Yeni olan, eleştirilerindeki düşüştür, irtifa kaybıdır. Yarım kalan miracıdır. Öyle ki, bugün aşağıladığı taşralı Müslümanların hurafelerini savunmak için yıllarca konuşmalar yapan, bu konuda yazılar yazmakla yetinmeyerek, kitap bile yazan oydu, başkası değil. Dün yere göğe sığdırılamayan hurafeler, son birkaç sene içinde ne olduysa, artık bir gazetenin kültürsanat sayfasına bile sığar hale geldi. Halkın hurafeleri “out”, entelektüellerin hurafeleri “in” oldu.

Her zaman yapmaya çalıştığım gibi, eğip bükmeden kibarca düşüncelerimi paylaşıyorum, yine kıymetini bileceğini umuyorum. Bir zamanlar her bir yazısı neredeyse bir kitap ağırlığındayken, şimdi pazar gazeteleri kadar ağır ve renkli kitaplar yazmaya başladı. Bunu, kıymetini iyi bildiğini söylediği “can sıkıntısı”yla söylüyorum. Zevke çok vurgu yaptığı için, şöyle de söyleyebilirim: Yazılarını okurken, bize tattırdığı o zevkten pek eser kalmadı. Az bulunur bir ilim adamının yazıları gitti, yerine bol bol Almanca ve Fransızca alıntılarla göz boyayan, ‘entelektüel illüzyon’lar kaldı. Hurafe oldukları bile kuşkulu. Öyle olsa, hurafe hakikatin hatırasıdır deyip, o hatıraya hürmeten öpüp başımıza koyardık.

Eleştirilerinde irtifa kaybı olduğunu iddia ediyorsak, bunun delillerini göstermek bizim görevimizdir. Hürriyet gazetesinde yayımlanan “Tanrıyı şehre çağırmalı” (12 Mayıs 2013) başlıklı yazısında; ezcümle, kültürün kitapçılar başta olmak üzere, bütün temsilcileriyle Kadıköy, Beşiktaş ve Beyoğlu gibi “ezansız semtler”de neşvünema bulmasının bir tesadüf olmadığını söylüyor. Taşralı Müslümanlar, günaha girmekten veya günahlarını idrak etmekten bile aciz oldukları için, bugün kısaca kültür diye özetlediğimiz dünya nimetlerinden uzakta, acıyı ve hazzı bilmeden, yaşadıklarını sanıyorlar. “Cumhuriyet dindarlığı” budur, diyor. (Cumhuriyet aydınlanması nedir sorusunun cevabı, keşke eski kitaplarında kalmasaydı, ondan da bahsetseydi.) Mezkur yazıyı böyle özetlersek, itiraz gelmez sanırım.

Dücane Cündioğlu, daha önce, Yenişafak gazetesinde (22. Kasım 2009), aynı adla başka bir yazı yayımlamıştır. Aynı adı taşıyan bu iki yazıyı birlikte okumakta fayda var. Tanrı aynı tanrı, şehir aynı şehir, çağrı aynı çağrıyken, değişen bir tek odur. Başlığı aynı olan bu iki yazı, ayrı tellerden çalmaktadır. İlk yazı, “Susarız. Ve hep birlikte Kur’an’ı dinleriz” diye biterken, son yazısında ise susmak bilmez gibidir.

Taşralı Müslümanlardan daha büyük olan sorun şu ki, Dücane Cündioğlu’nun yazısındaki iddialarını, iltifatlarını ve tespitlerini (!) kendi kitapları yalanlamaktadır. Bu da tesadüf olmasa gerek: Yaklaşık yirmi yıldır yazdığı otuz kitaptan hiçbiri, son birkaç seneyi saymazsak, Beyoğlu, Beşiktaş ve Kadıköy’deki kitapçıların değil vitrinine konmak, kapısından bile içeri sokulmamıştır. Bugün iltifat yağmuruna tuttuğu, medeniyet timsali ve kültür elçisi gördüğü insanlar, kendisini düne kadar, kendi tabiriyle “(hoş)görme”mişlerdir. Sadece son yıllarda değil, yirmi yıldır çok ilginç şeyler yazmasına, daha köklü eleştiriler yapmasına rağmen…

Unutmuş olabilir mi: Bugüne kadar kitaplarına ulaşmak için çaba harcayanlar, yazılarını takip edenler Eyüp, Fatih ve Üsküdar’ın temsil ettiği taşralı Müslümanlardı. Büyük kitapçılarda bulamadıkları kitaplarını, semtlerindeki küçük kitapçılarda bulamadıklarında da vazgeçmemiş, onun kitaplarını alabilmek için, kitabın merkezi bildikleri Cağaloğlu ve Beyazıt’a kadar gitmekten erinmemişlerdir. Yazılarını fotokopiyle çoğaltarak paylaşmışlardır. Daha da ilginci: Bugüne kadar “mantık atölyesi” derslerini vermesi için, o methettiği semtlerin aydınlarından davet al(a)mamıştır. Nedense sosyal demokrat belediyeler kendisine böyle bir imkân vermemiştir. Eğer bu semtlerin bilgiye aç kitap âşığı sakinleri ve onları temsil eden kültürlü yetkililer, onun iddia ettiği gibi kültüre ve çoksesliliğe büyük önem verseydi, yirmi yılda bu kültürel imkânlardan onun da nasibini alması gerekmez miydi? Hakkıydı çünkü.

Bu da bir tesadüf olabilir mi: Oysa o, bıyığını kesene, kulağına küpe takana, saçlarını uzatana, neredeyse sadece Avrupa dillerinden alıntılar yapana kadar, farkedilememiş, görülememiş, kıymeti bilinememiştir. İfade özgürlüğünün ve hoşgörünün sınırlarını gerçekten görmek istiyorsa, hep yaptığı gibi o semtlerin de sınırlarını zorlasın. Düne kadar muhafazakâr semtlerde seslendirdiği fikirlerini, o methettiği “ezansız semtler”de de, yeni okuyucularıyla paylaşsın. İslam’da dört kadınla evlenmeye verilen ruhsat hakkındaki orijinal fikirlerini paylaşsın mesela. Dörtle sınırlandırılmadığını, Müslüman bir erkeğin istediği kadar kadınla evlenebileceğini onlara da ispat etsin, onları da ikna etsin, düşüncelerinden ötürü saygı görmek nasıl bir şeymiş, doyasıya tecrübe etsin…

Bunu nasıl izah edeceğiz: Yıllardır ücreti mukabilinde, periyodik ders vermesini isteyen, sert eleştirilerini yapmasına olanak sağlayan, ağırlıklı olarak taşralı Müslümanlar ve onların oy verdiği partinin belediyeleri değil midir?

Dücane Cündioğlu, iddialarının aksine, bizi ara sokaklara çağırıp dursa da, kendisi ara sokaklardan ana caddelere taşınalı çok olmuştur. Yazdıklarından anlıyoruz ki, artık meydandaki vitrinlere, güzel evlerin pencerelerine hayranlıkla bakmakla meşguldür. (Keşke Şeyh Sanan gibi, yıllarca tek bir pencereye, sadece o penceredeki Rum dilberine bakıp dursaydı!) 1995 yılından itibaren yayımladığı kitapların isimlerine bakarak, ara sokaklardan ana caddelere taşınana kadar, hangi duraklarda mola verdiği görülebilir. Kur’an-ı Kerim’de başörtüsü olmadığını iddia edenlere çok sert cevap verdiği “Başörtüsü Risalesi”yle başlayan yolculuğu, “Sanat ve Felsefe” durağında çay ve ihtiyaç molasıyla devam etmektedir.

Nasıl izah edilebilir, bilmiyorum. Bildiğim şu ki, bu işte herkesin görebileceği bir terslik var: Genç yaşta olgunluk eserlerini vermişken, ilk eserlerine kıyasla, olgunluk yaşlarında gençlik eserlerini vermektedir. Bu, kendisinin miraç zannettiği düşüştür. Kitapları bunun şahididir. Çünkü istikamet tersine dönmüştür. Çok az insanın kıymetini bilebileceği ilim adamlığından, sosyal ve asosyal medyanın gözünü kamaştıran “hem doğuyu ve hem batıyı bilen aydın”lığa iniştir, tenezzül ediştir. Bunun en düşük versiyonu, siyaset dünyasında revaçta olan, “hem Nazım Hikmet, hem Necip Fazıl okurum” diyen meşhur tiplemedir.

Yaklaşık kırk beş yaşına kadar, mecbur kalmadıkça günlerce evden çıkmadan, gazete okumadan, televizyon izlemeden, ilgi alanına girmeyen hiç kimseyi duymadan ve hiçbir şeyi görmeden, kendisini tamamen okumaya ve yazmaya veren Dücane Cündioğlu, son yıllarda dünyayı yeni keşfediyor gibidir. Uzun yıllar hazdan ve günahtan uzakta, kitapların arasında yaşamış biri olarak, bugün şehrin nimetlerini yeni keşfediyorken, korkarım, herkesi de kendisi gibi zannetmektedir.

O, Eyüp mezarlığında büyük alimlerimizin mezarlarını bulmaya kendini kaptırmışken, bugünün popüler tabiriyle “muhafazakâr” âşıkların -sınır tanımadan- mezarlıklarda bile gizlice buluştuğunu, sevap ile günahın, haz ve acının sadece “ezansız semtler”de değil, mezarlıklarda bile ayrılmaz bir ikili olduğunu görmemiş olabilir.

Üsküdar sahilleri, her vesileyle hayattan haz alan, çimlerin üstünde mangal yapan, değil töreleri hiç kimseyi takmayan, riyasızca bildiğini okuyan, kuralları iplemeden özgürce -beyaz donlarıyla- denize girenlerle dolup taşmaktadır. Yeni hayranlarının karalamaktan başka bir şey bilmediği bu manzara, sevabıyla günahıyla, acısıyla tatlısıyla, sadece siyahıyla beyazıyla değil, bütün renkleriyle hayattır. Kafasını yıllarca kitaplara gömdüğü için göremediği… Son yıllarını resim sanatını anlamaya vakfetmiş biri olarak, ne hazindir ki, Üsküdar, Eyüp ve Fatih hakkında yazarken, oryantalist tablolar yapmaktadır.

Yıllarca, yalnız başına kalma pahasına “bizim görevimiz vaz-ı cedid değil, keşf-i kadimdir” diyen kendisinden başkası değilken, bu konuda müstakil bir kitap bile yazmışken, artık kadim olanı keşfetmekten bahsetmez oluşu, “vaz-ı cedid” (yeni şeyler söyleme) hastalığına tutulmuş kalabalıklara karışmaktan rahatsız olmaması, onun için değil ama bizim için “sıkıntının hası”dır. O artık yeni şeyler söylemekle, yani “vaz-ı cedid”e meşguldür. Cemil Meriç, Ahmet Cevdet Paşa’dan değerli olmuştur. Ömer Hayyam’la sohbete kendini kaptırdığı için, Ahmet Amiş Efendi’nin uzun süredir ayakta kaldığını görmemektedir.

Vakti zamanında “Günah sadece müslümana yakışır” yazısını yazmış kişi olarak, çok basit bulduğum için ona yakıştıramadığım günahı ve şaşkınlığımı gizlememe gerek yok: İstanbul’u düne kadar keşf-i kadimle izah ederken, artık turist rehberleri gibi “kozmopolis” kavramını dilinden düşürmez olmuştur.

“Çamlıca Camii de gökdelendir” yazısının sahibi olarak, kendisine niçin tebessüm ettiğimi söylemezsem, dürüst davranmamış olurum.

Çamlıca tepesine illa yapılacaksa, bir cami, bir kilise ve bir havranın birlikte yapılması gerektiğini söylediğinde; bu “üçü bir arada” zihniyetine şaşırmıştım. “Keşf-i kadim”den “Miniaturk konsepti”ni fikir diye savunma noktasına nasıl geldiğini anlayamadığımı itiraf etmeliyim. Günlerce, dünyanın gelişmiş ülkelerinden, o çok methettiği kozmopolit, çok kültürlü şehirlerden bunun bir örneğini vermesini bekledim. Eski yılların hatırına. Veremeyeceğini bile bile.

Umarım, İstanbul’un temellerinin Mekke, Medine ve Kudüs olduğunu da unutma noktasına gelmemiştir. Tesadüfün değil, sevabıyla günahıyla bizim efkarımızın eseri olan bu şehirleri inşa eden ulema ve kudemanın derdi, kozmopolit olmak mıydı?

Hakkını teslim etmek zorundayız. Hurafelere başka gözle bakmayı ondan öğrendik. Fakat ne “yeşil sarıklı ulu hocalar”dan ne de kendisinden öğrendik: Türkiye’de iki tane popüler kültür olduğunu. Halkın popüler kültürü ve aydınların popüler kültürü. Düne kadar halkın hurafelerini savunuyordu, artık entelektüellerin hurafelerine arzuhalcilik yapmaktan, aydınların ifade edemediği duygularına tercüman olma mesleğinden mutlu görünüyor.

Ulema (b-ilim adamları) ve kudema (kıdemli eskiler) denildiğinde bile, bunların anlamını tercüme etmek zorunda olduğumuz, gösterişli ama sığ bir kültür dünyamız var. Popüler kültürü eleştirerek kendisini elit zannetmekten başka bir marifeti olmayan bu kültür dünyamızda, aşağıdaki gibi temelsiz iddialara ruhsat veren, meşru bulan, saygı duyan ve alkışlayan çok olacaktır. Gecekondulara ruhsat veren belediyecilerin çok olması gibi: “Nizam’ul-Mülk yaşıyor hâlâ, ama Ömer Hayyam nerede? Molla Kasım’lar da tamam artık, peki ya hani Yunus’larımız? Vani Efendi’ler her yerde, peki ama Niyazi Mısrî’ler nerede? Ebusuud Efendi’lere sözümüz yok, İbn Kemal adaylarına da, iyi ama a dostlar bizim gözlerimiz İbrahim Maşukî’leri arıyor.”

Af edersiniz, Nizam’ul-Mülk, Molla Kasım, Vani Efendi, Ebussuud Efendi ve İbn Kemal nerede yaşıyor? Hayallerimizde bile yaşamıyorlar. Cümlelerde bile ölüler, öldürülüyorlar. Vaizlerin ilim adamı, demagogların mütefekkir, felsefe tarihçilerinin filozof zannedildiği bir ülkede yaşıyoruz. Zamanımızda, bu büyük ilim adamlarının değil muadillerini bulmak, adlarını bilen bile kalmadı. Yıllarca, Kur’an-ı Kerim meallerindeki, İslam klasiklerinin tercümelerindeki vahim hataları eleştirirken, her vesileyle bu insanların yokluğu yüzünden bu hallerde olduğumuzu söyleyen acaba kimdi? Böyle ilim adamlarına sahip olmak ve kendi kaynaklarımızı anlamak bir yana, biz daha kendi klasiklerini okuyamayan ve tercüme edemeyen insanlarız. Kendisi artık buna şahitlik etmiyor olabilir, ama eski kitapları bunun şahididir.

Oryantalistlerin çizdiği Ömer Hayyam portresinden sıkılmayanlar, az önceki alıntıda olduğu gibi, böyle entelektüel illüzyonları gerçek zannediyor olabilirler. Kendisi bu alimlerin ve ariflerin isimlerini, Hollywood filmi gibi kurguluyor. Bu isimleri, siyah-beyaz, iyi-kötü, hoşgörülü-hoşgörüsüz şeklinde konumlandırdığı için, birbirlerinin düşmanı/rakibi zannedilebilirler. Zahirde zıt gibi görünseler de, bu isimler, acı ve haz gibi, tek başına varolamazlar. Ancak birlikte varolabilirler. Sevap kavramının olmadığı bir yerde günah kavramı da yoktur, varolamaz. Çünkü o zaman insan ne yaparsa yapsın, “fark etmez”. Vani Efendilerin yokluğunu fark etmeyenlerin, Niyazi Misrilerin yokluğunu fark etmesi mümkün değildir. Ebussuudları olmayanların, Sezai Gülşenleri de yoktur. Çünkü sevabın olmadığı yerde, günahın da varolamayacağı gibi. Alim yoksa, arif nasıl olabilir? Mehmet Akif olmadığı için Neyzen Tevfik de yok. Çünkü onlar bedende arkadaş, ruhta kardeştiler. Eski tabirle, bunlar birbirinin mütemmim cüzüdür, tamamlayıcısıdır.

Eyüp, Üsküdar ve Fatih’te, Yunus Emre, Ömer Hayyam, Niyazi Misri ve İbrahim Maşuki’yi bulamadığı için yaşadığı hayal kırıklığını, yılların hatırına paylaşalım ve heyecanla kendisine soralım: Ömer Hayyam’ı Kadıköy’ün meyhanelerinde gören var mı? Ada sahillerinde dolaşan bir Yunus Emre neden yok? İstiklal caddesinde o kadar çok ünlüyle karşılaşmamıza rağmen, neden Niyazi Misri’yle karşılaşamıyoruz?

Bu isimlerin varolabilmesi için kozmopolit, çok kültürlü ve hoşgörülü ortamlar gerekliyse, çok kitap okumak, haz almaktan korkmamak, günaha girmek, günahın kıymetini bilmek yeterliyse, neden bugüne kadar “ezansız semtler”den en azından bir Ömer Hayyam bile çıkamadı? Hayyam’ın şiirlerini taklitlerinden bile ayırt edemeyen diplomalı cahiller türedi…

Hayyam’ın adını dilinden düşürmeyenler, daha şiirlerini bile bilmiyorlar. Halkın bilgileri “kulaktan dolma” ise onları dolduran da internet. ‘İnternetten dolma’ bilgileriyle her şathiyeyi Hayyam’ın zannedip internette paylaşan zavallılar neden o seçkin semtlerde türüyor? Hayyam şarap içiyor olabilir, ama o, şarap içerek Hayyam olmadı. Şarap içmekle Hayyam olunamadığı gibi, günaha girmekle de Melami olunamıyor. “Ezansız semtler”in çocukları gerçekten Üsküdarlılardan, Eyüplülerden ve Fatihlilerden daha kültürlü olsalardı, bilginin kıymetini bilselerdi, Melami olurlardı, laikliğe hemen t-av olmazlardı.

Keşke hayranlıkla bahsettiği o büyük ve seçkin kitapçılarda çalışanların maaşlarını da soraydı. Kitapçıların sahipleri de, restoranların, barların veya “yeşil sermaye”nin sahipleri gibi, çalışanlarına komik ücretler ödüyorlar. Görülmek istendiğinde görülebileceği gibi, ne kitapçılar ne de kitaplar insanların zihniyetini değiştirmeye yetiyor. Çünkü insan, ne okursa okusun, bildiğini okuyor. Neye bakarsa baksın, görmek istediğini görüyor çoğunlukla. Üsküdar’da da böyle, Beşiktaş’ta da…

Hiç kolay olmadı bunu anlamam, çok zor oldu kabullenmem, ama gördükten sonra gözümü kapayamazdım, başımı çevirip -selam vermeden- geçemezdim:

Gerçekten üzgünüm ey talip, ister kadim olsun, ister cedid, ne hazindir ki senden en iyi keşf-i mübalağa öğrenilirmiş.

İbrahim Paşalı

İtibar Temmuz 2013

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

Yazar: İbrahim Paşalı
23-08-13
E mail: itibardergi.com
 
 
Yorumlar: 4
Ferid tereci
Kendi kuyusu
Tarih : 20-07-19

Ducane cok iddalı birisi idi.aslinda kesfi kadim bir anda kesfi kadük hale geldinin ifadesi bu.bence allah insani iddasindan vurur sozunun en iyi ifadesi

 
KANBER Cırıt
Değişim yok
Tarih : 13-01-17

Dücane Bey değişmedi bence! Okudukları materyal(!) değişti. Hafızası güçlü, zeki bir insan. Eskiden islami eserler okuyordu ve marifetlerini bu yönde sergiliyordu. Şimdi de batıya temayülü var. Ve atını bu çayırlarda koşturuyor!

 
Ne Fark eder
Bir insan kendini ancak bu kadar tarif edebilir
Tarih : 24-08-13

Kalemi gerçekten kuvvetli olan Dücane Cündüoğlu, kalemini kendini tarifte de aynı kuvvette kullanmış. Buyrun kendi kaleminden Dücane, "Evet bu toprakların çocukları ben hakikatim demeyi unuttukları günden beri yeni bir şeyler söylemeye, yeni bir şeyler ortaya koymaya çalışıyorlar ama yaklaşık bir asırdır ne yeni bir şeyler söylüyorlar ne de bir şeyler ortaya koyuyorlar. Yeni bir şeyler ortaya koymayı marifet addettikçe o ortaya koyduklarını zannettikleri yenilikler, kendi dünyalarının değil, egemen dünyanın kabul ve takdir edebileceği lafazanlıklardan öteye gitmiyor." Dücane Cündüoğlu Keşf-i Kadim 3.baskı S.13 Ayrıca, İbrahim Paşalı bey, " bilginin kıymetini bilselerdi, Melami olurlardı" diyor, ancak herhalde yanılıyor. Zira, melamilerin riyadan kaçınmak adına, ramazanda bazı günler aleni oruç yedikleri (genelde aleni günah işleyip günahı yaygınlaştırmaya vesile oldukları) bilindiğine göre, bilgiye kıymet veren insan, hem orucun farz olduğu bilgisine sahip olup hem de bu bilgiye ihanet edebilir mi?

 
Vahabzade
VAHABZADE'NİN MEVZUYA DAİR CAHİLLİĞİ
Tarih : 24-08-13

Dücane Cündioğlu, pek de takip etmediğim bir yazar. Hâlâ da merak etmiyorum. Bir kişi hakkında ilk intiba olumsuzsa onun kitabını, yazını okuyamıyorum. İçimden gelmiyor. Hele hele bizim mahalleden olup dini konulardan yazanları. Yazıyı baştan sona okudum. Benim gibiler için yorucu olmuş. Anlamakta zorlandım. Misal -yazıya tekrar şöyle bir göz ucuyla baktım, şu cümleyi gördüm-: "Hurafelere başka gözle bakmayı ondan öğrendik." Sual: Hangi gözle? Cevap: Yok. Bundan şunu mu anlamalıyız: Aslında hurafeler sanıldığı gibi kötü değil. Velhasıl; Şener Şen'in, "Sütoğlan seni sevmiyorum. Babanı da sevmezdim zaten." dediği gibi. 'Dücane Cündioğlu, ilgimi çekmiyor, ilk gördüğümde de çekmemişti zaten'

 
DÜCANE CÜNDİOĞLU'NU ARA SOKAKLARA GERİ ÇAĞIRMALI
Online Kişi: 31
Bu Gün: 33 || Bu Ay: 5.423 || Toplam Ziyaretçi: 2.213.888 || Toplam Tıklanma: 52.105.449