ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : / TEFEKKÜR
Okunma Sayısı: 2218
Yazar: İbrahim Paşalı
YÜKSEK BİNALAR, ALÇAK İNSANLAR

Okuduğum ilkokul, 'Vahdettin'in Köşkü'nün hemen aşağısındaydı. Her hafta, bir amentü gibi, Vahdettin'in 'hain!' olduğunu bağırır, okuldan sonra Boğaziçi'ne karşı uçurtma uçururduk. Vahdettin'in hain değil, sadece gariban olduğunu anlamama, bir mezbelelik olan köşkünün 'restore' edilmesine daha çok vardı. Geri dönebilmem çok uzun sürdü.

30 yıl sonra, hayata başladığım Çengelköy'e geri döndüm. Eski defterleri açmışken, kişisel bir iki laf daha etmemi lütfen hoş görün, yazının başlığına geleceğiz. En azından umudumuz var.

Özgüvenim topraktan değil, göklerden geliyordu. Bana öyle 'geliyordu'. 'Havai' işlere sadece meylim değil yeteneğimin de olduğunu keşfetmeme bir uçurtma ile bir kızak yetti. Bu sayede özgüvenimi buldum. O günden beri pek bir şey değişmedi, yıllardır bulup bulup kaybediyorum.

Arkadaşlarımın çoğu hazır uçurtma satın alırken, ben marangozdan çıta alıp uçurtmamı kendim yaptım. Kar okulları tatil ettirdiğinde, ilk kızağımı evin bodrumundaki kırık bir sandalyeden yaptım. Sandalyenin uzun eğik bacaklarını keşfetmem uzun sürmemişti. O iptidai kızakla, özellikle 'Alamancı' arkadaşları sollamak büyük bir zevkti. (Solladıktan sonra, mağrur bir yüzle arkama nasıl baktığımı hayal edebiliyor musunuz!) Çünkü onların kızaklarını biz ancak masal kitaplarında görebiliyorduk. Masalları geride bırakmanın mutluluğu da denebilir buna.

30 yıl sonra, gözlerimin açıldığı Çengelköy'e geri döndüm. (Ama hala başlıktaki konuya dönemedim. Ya sabır!) Hikmetini anlamış değilim, yollarımız yine 'Vahdettin'in Köşkü'yle kesişti. Köşkün duvarlarının hemen altında, bu defa vadiye bakan yamaçta, bir ev kiraladım.

Karşımda merhum Kemalettin Tuğcu'nun evi, rafta 'Babama Mektup', kafada hatıralar. Kafka hayranı 'kostak filozof' arkadaşımı bir türlü ikna edemedim, belki sizi edebilirim. Çok geçmeden anladım ki, Kafka'nın babasıyla kavgası ile bizim baba kavgalarımızın alakası yokmuş. Baba-oğul gibi, baba-oğul kavgaları akraba değilmiş. Aslına bakılacak olursa, bizim hikâyemizi Kafka değil, Kemalettin Tuğcu yazmış. Bizi böcek gibi görenlerin hikâyesi, aslında bir 'yetim Ömer' öyküsüymüş.

Kemalettin Tuğcu'nun hakkını teslim etmeye çalışırken, Kafka'ya haksızlık etmeye gerek yok. Aynı şekilde, Tom Waits'e (http://bit.ly/1wmCkHJ) yapılmış saygısızlığı hoş göremeyeceğimiz gibi, 'Turkish Blues'un üstadı garip Azer Bülbül'ü de hor göremeyiz, hafife alamayız. Bu topraklarda derinliği olan az şeyden biri de onun şarkılarıdır:

'Dört bir yandan kuşatılmış şehir gibiyim

Hiç tadım yok gene zehir gibiyim

Öyle doluyum ki nehir gibiyim

Çok zor durumdayım iyi değilim' (http://bit.ly/X7a8tq)

Sorumluluktan kurtulmak isteyen kimilerinin her şeye kader demesi gibi, kimileri de her şeye depresyon deyip muğlâklaştırıyorlar. Nereden bakarsak bakalım, gerçek değişmiyor. Dört bir yandan kuşatılmış şehirlerde, iyi değiliz.

Mesela, uzmanlar, 'Vahdettin Köşkü'nün 'aslına sadık kalınarak' restore edilmediğini, esere ihanet edildiğini söylüyorlar. Uzman değilim, köşkün restorasyonuna bir şey diyemem; fakat 'aslına sadık kalınmaması'nı dert edinen 'uzmanlar'a, bu konularla ilgilenenlere bir şey diyebilirim:

Niçin 'aslına sadık kalarak' İstanbul'u restore etmedik, yenilemedik?

Mesele, aslına sadık kalarak yenile(n)mek! idi.

Restorasyon katliamlarını konuşmakla yetinmeyelim, asıl soruyu da ziyaret edelim. Restorasyon yapabilecek uzmanlarımızın olmaması tesadüf mü?

Mesele ıskalandı. Bu ülkede reform konusu üstünde düşünüldüğü kadar, restorasyon kavramı itibar görmedi, aslına sadık kalarak yenilemenin hakkı verilmedi.

Niçin gerçeği söyleyemiyoruz: İstanbul'u reformlar mahvetti! Reformistlerin sağcı veya solcu olması gerçeği değiştirmiyor. Eleştirmeye doyamadığınız gökdelenlerin her biri, bir re-form. Hiçbirinin formu diğerine benzemiyor. Ne evveli var, ne ahiri. Nesebi gayri sahihin mimarideki örneği.

Dünyanın özeti olabilecek birkaç şehirden biri olduğu için İstanbul'u konuşuyoruz. Yoksa bu bir şehir yazısı değil.

İstanbul'un aslına sadık kalmayanlar, bu şehrin birikimine ihanet edenler, sadece rezidans yapanlardan mı ibaret? Onlar zurnanın son deliği. Son deliğini kapatınca, zurnanın sesi susmuş olmayacak. Türkiye'nin modernleşme hikâyesi, bir zurna peşrevi. Yani hiçbir ölçüsü yok. Olmadı da.

Eskilerin sözünü hatırlatalım ki, meramımız iyi anlaşılsın: 'Zurnada peşrev olmaz, ne çıkarsa bahtına.'

Kemal Karpat 'Dağı Delen Irmak' kitabında, çocukluğunun geçtiği Mecidiye kasabasının kuruluş hikâyesini de anlatır. Bugün Romanya sınırları içinde kalan Mecidiye kasabası, Sultan Abdülmecid tarafından, Kırım muhacirleri için, 1856'da inşa ettirilmiştir. Muhacirlere yer gösterilmekle kalınmamış, hiçbir şey onların insafına ve idrakine bırakılmamış. Mecidiye kasabasının hikâyesi, en kötü zamanlarımızda bile dedelerimizde nasıl bir şehircilik birikimi olduğunu görmek için ilginç bir örnek. Kasabanın planı İstanbul'da hazırlanmış; sokaklarının genişliği, binaların kaç kat olacağı, hatta kapı ve pencere ölçüleri bile insanların keyfine bırakılmamış.

Geri kaldıysak, bu kadim birikimden geri kaldık. Asıl 'alçaklık' buydu. Gerisi çorap söküğü gibi geldi. İnsanlar alçalırken, binalar yükseldi. Şu sefalete bakın ki, bugün 'alçaklar'ın tartışmasından yüksek bir kültür çıkmasını bekliyoruz, Godot'yu bekler gibi.

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

Yazar: İbrahim Paşalı
17-09-14
E mail: yenisafak.com.tr
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
YÜKSEK BİNALAR, ALÇAK İNSANLAR
Online Kişi: 23
Bu Gün: 505 || Bu Ay: 9.728 || Toplam Ziyaretçi: 2.201.491 || Toplam Tıklanma: 51.944.814