
| Kategori : TEFEKKÜR / İNSAN VE TEFEKKÜR | Okunma Sayısı: 68 |
Davranışlarımızı, alışkanlıklarımızı, amaçlarımızı dikkatli bir şekilde gözlemleyerek anlamaya çalışıyor muyuz?
Neler yediğimize, izlediğimize, dinlediğimize, beğendiğimize; nasıl düşündüğümüze ve neleri arzu ettiğimize dikkat ediyor muyuz?
Eğer bunu yapıyorsak, yani hayatımızı, içinde deney farelerinin dolaştığı bir labirenti yukarıdan izliyor gibi gözlemliyorsak, kendimizle ilgili bazı şeyleri görmemiz daha da kolaylaşacaktır.
Şayet bunu yapıyorsak, iş hayatımıza “hırsın”, ilişkilerimize “hükmetmenin”, genel anlamda hayatımıza da “başarı” arzusunun hakim olduğunu kolaylıkla görürüz.
Hırs, hükmetme ve başarı...
Hırsın altında açgözlülük, yetinmezlik, kendini olduğundan daha önemli görme, ötekine duyulan kıskançlık, kibir ve öfke gibi duygular yatar.
Bir şeyi hırsla istemek, kaçınılmaz olarak hayatımızı ve ilişkilerimizi bir çatışma alanına dönüştürür.
Tolstoy “İnsana Lazım Olan Toprak” öyküsünde böyle bir karakteri başarıyla anlatır. Her sahip olma fırsatının üzerine atlayan bir adam, bu atılganlığı sayesinde hatırı sayılır bir servet edinir fakat bir gün, o güne dek kazandıklarından daha fazlasına sahip olabileceğine inandığı son fırsatı kaçırmak istemediğinde, kendi ayaklarıyla korkunç sonunu hazırlar. Gün sonuna kadar, ne kadar büyük bir arazide daire çizerse o kadar çok toprağa sahip olacağını düşünen adam, kalbi duruncaya kadar koşar ve gün batımında küçük bir mezara defnedilir.
Hırs duygusu hayatımızı kontrol etmeye başladığında huzur bizi kaçınılmaz olarak terk edecektir. Hırs ile huzur aynı bünyede barınamayacak kadar başka tabiatlara sahiptirler. Huzur yetinmekle ilgilidir, hırs ise daha fazlasını istemekle..
Evet, hırsla elde edilen şeyler sayesinde insan mutlu olabilir fakat bu son derece kısa ve geçici bir mutluluk olacaktır. Çünkü hırs, daima daha fazlasını arzu ettiği için asla sahip olduğu şeyin keyfine tam anlamıyla varamayacaktır. Bu durum insanı tıpkı Tolstoy’un hikayesinin kahramanı gibi sonu gelmeyen bir koşudaymış gibi devamlı bir istek ve telaş kasırgası içinde oradan oraya savuracaktır…
Hükmetmeyi istemek de büyük bir çatışma içine sokar insanı. Hükmetme arzusu insanın ruhsal zayıflığını başkaları üzerinde otorite kurarak gidermeye çalışmasından kaynaklanıyor olabilir. Kimi uyruğumuz kılmak istiyorsak, onu bir insan olarak göremiyor, nesneleştiriyoruz demektir. Bu kişi eşimiz, çocuğumuz, kardeşimiz veya anne-babamız da olabilir. Bir insanı nesneleştirmenin koşulu, onun da bizim gibi duyguları, şahsiyeti olan bir insan olduğunu göz ardı etmekten geçer.
Başarıya gelince, o, talihle yapılan öyle büyük bir savaştır ki oradan galip ayrılabilirsiniz ama yara almadan asla...
Hayatımızın üzerinde ilerlediği raylar neden bir çatışma alanının içinde dolaştırıyor bizi? Hayatımız, neden huzura değil de daha fazla ve daha yoğun bir çatışmaya doğru ilerliyor? Neden mutluluk hedefine ancak bu çatışma alanlarını geçerek varabileceğimizi düşünüyoruz? Bunun, içinde yaşadığımız kültürle bir alakası olabilir mi?
Önemli psikologlardan Alfred Adler bu çatışmanın temelinde yatan nedenlerle ilgili şöyle bir açıklama yapıyor: “Tarih ve deneyler bize göstermiştir ki, mutluluk yalnızca birinci olmak ya da en üstün olmak demek değildir. Çocuğa böyle bir ilkeyi telkin etmek onu tek yönlü bir insan haline getirecek, her şeyden önce de iyi bir insan olma imkanını ortadan kaldıracaktır.”
Şöyle bir düşünelim…
Herkesten önde olma isteği, içten içe çoğumuzu kemiren bir hastalıktır aslında. Pek çoğumuz ilkokul sıralarında tanışmışızdır bu tuhaf istekle. Yalnızca bir konuda iyi olmak bile yeterli olmaz bazen bize ve sevdiklerimize. Anne ve babası tarafından “herkesi geçmesi” gerektiğiyle ilgili telkin duyan çok insan vardır. Bu, “herkesi geride bırakma” tutkusu o kadar ruhumuza işler ki mahallede, okulda başlayan bu yarış, iş hayatımızda, hatta kurduğumuz ailelerde bile sürüp gider.
Çoğu insan tıka basa bu hırsla dolu olarak iş hayatında var olur. İşyerinde kimseyi arkadaş olarak görmez ve imkân bulursa onlara “hükmetmek” için yanıp tutuşur. Bencilce hırsı nedeniyle çalışma arkadaşlarını çekiştirir, kötüler, hata yaparak gözden düşmelerini ister. Çünkü ancak bu sayede birincilik yarışında çok gerilerden gelen kendisine yol açılabilecektir…
Bir aile kurmuş olmanın saadeti tatmin etmez kimilerini… Asıl saadet, diğer ailelerin sahip olduklarından daha fazlasına sahip olmaktır. Daha sevgili bir eş, daha şık bir ev, daha müreffeh şartlar ve Instagram’da diğerlerinden daha şirin görünen bir çocukla, “herkesin geride bırakılması” gerektiğine dair amaç ihya edilir. Herkes “daha azına” sahip olmadan, mutlu olunamaz bir türlü.
Başarı ancak “herkesi geçerek” elde edilebiliyorsa ve bu da; “herkesin” insani yanını görmezden gelmekle, onları yarıştaki bir rakip gibi görmekle, onları geçmek için her türlü yolu mubah kabul etmekle, acımasızlaşmakla oluyorsa, bunları tereddüt etmeden yapar bazıları.
İyilik başarıyla takas edilir.
Bu gibi insanlar Adler’in dediği gibi tek yönlü, tek boyutlu insanlardır. İnsan doğasının zenginliğini bencillikle budayarak, bitmeyen ve sürdükçe de hırpalayıcılığı artan bir yarış gibi yaşarlar hayatlarını. Mutluluğu, herkes geçildikten sonra tek başına oturulacak zengin ve leziz bir sofra gibi hayal ederler. O sofrada kendilerinden başka kimseye yer olmadığını düşünürler. Paylaşmanın eşsiz hazzını, sağaltan yanını göremezler. Çünkü bakışları geride kalıp kalmadıklarına; birilerinin kendilerini geçip geçmediğine yoğunlaşmıştır. Kimseyi geçmeden de, daha fazlasına sahip olmadan da, daha güzel veya yakışıklı olmadan da mutlu olunabileceğini anlamak istemezler. Sahip oldukları için şükretmek yerine, herkesi geçebilme kudreti vermediği için Allah’ın takdirine sitem edip dururlar.
İnsanın kendini düşünmesi bir dereceye kadar doğru ve anlaşılır bir şeydir. Ama insanın sadece kendini düşünmesi ve başka “herkesi” rakip görmesi sağlıklı bir durum değildir. Bütün bu sorunların temeli başarı ve mutluluğa hastalıklı bir anlam yüklememiz olabilir. Yahut en hafif tabiriyle bu ikisinin hayattaki yerini abartıyor olabiliriz. Bu konudaki bakış açımız değişmeden rahatlayamayacağımız, normalleşemeyeceğimiz; huzur, güven ve iyiliğe eremeyeceğimiz kesin. Çünkü bunlar ancak yıkıcı bencillik duygusunu yendiğimizde, kendimizden başkasını da olumlu anlamda düşünmeye başladığımızda, başkalarını geride bırakmak hırsından sıyrıldığımızda var olabilirler.
Yazar: Ali Osman Aydın |
26-10-25 |
||
| E mail: yeniakit.com | Tweet | ||